Lasse Hallström’ün yönettiği, Joanne Harris’in romanından uyarlanan Çikolata (Chocolat), 1959 Fransa’sında, koyu katolik boğuculuğun ve ölgün bir sükûnetin hüküm sürdüğü köyle oluşan sosyal-mekânsal fonda haz ve baştan çıkarma olgusunun, insanların erteledikleri veya yüzleşmekten korktukları yitik mutlulukların varoluşunu tartışıyor. Film gösterdikleri kadar göstermedikleriyle de tartışılmayı, üzerinde durulmayı hak ediyor.
Öykü, belediye başkanı mutaassıp Mösyö Le Comte’un ve köyün rahibinin merkezinde olduğu karanlık köy atmosferine yabancı bir kadın Vieanne’ın ve kızının katılmasıyla başlar. Köylüler kilisededir ve birkaç hafta kalan paskalya öncesinde yoğun dini duygular hepsinin ruhunu sarmalamıştır. Bir işaret beklerler, ilahi bir işaret. Ve rüzgârlı bir havada Vieanne ve evlilik dışı kızı Anouk, çağlar boyu en taşkın duyguların sembolü olmuş kırmızı renkte pelerinlerle çıkagelirler. Aslında bu köylülerin bilinçli olarak değil belki ama çok daha derinlerde, ruhlarının bastırılmış duyguların ve yasakların ardında silikleşmiş köşelerinde beklediği bir işarettir. Kaynak ise kesinlikle Tanrı (ya da daha doğrusu katolik hıristiyanlığın tanrısı) değildir.
Vieanne köy köy, kasaba kasaba gezen ve açtığı dükkânlarda Güney Amerika’dan büyükbabasının öğrenip getirdiği formülle arzuları uyandıran çikolatalar üreten bir kadındır. Aynı zamanda radikal düşünceleri olan ve insanlara seküler-tensel hazlardan kaçmamaları gerektiğini salık veren, bu yüzden yerel otoriteler ve bağnaz yığınlar tarafından oradan oraya sürülen bir “öncü”dür. Bu yeni geldiği köyde de kısa sürede dükkânını kurar.
Vieanne’ın acılı çikolataları yediden yetmişe herkesi ve hatta süs köpeklerini etkisi altına alır. Bir yaşama sevinci, cinsel isteğin hızla yükselişi ve esrime çikolata yiyenler yaygınlaştıkça gelişir. Film, ustaca bir öykülemeyle kurulmuş ve baştan çıkan, esriyen insanların yaşadığı dönüşüm ancak ikincil, üçüncül izleriyle hissettiriliyor. İki köpeğin çiftleşmesini dikkate almazsak, cinsel eylem adına bir iki öpüşme sahnesi dışında görsel ifade yok. Ama, erotik öğe baştan sona tüm filme incelikli oyunlarla içkinleştirilmiş. Mutaassıp sosyal yaşamın içinde bedenleriyle ve hazlarıyla, mevcut söylemsel üretimin öngörmediği yada onaylamadığı ilişkileri kuran, üzerlerindeki ölü toprağından sıyrılan insanların kameranın görmediği/göstermediği sosyalliklerini hissediyoruz.
Filmde çikolata bir baştan çıkarıcı etken öğe olarak belirir. Burada söz konusu olan Baudrillard’ın kullandığı anlamda bir dişilliktir (baştan çıkarma dişil olmakla alâkalıdır, gerçekte dişi olmayan etkenlerde dahi) ve somut-imgesel ifadesini de bir “dişi”de, Vieanne’da bulur. İktidarın çizdiği sınırların ve öngördüğü yüzeylerin ötesinde arzularının yolunu izlemeye insanları davet eder. Bu tehlikeli bir alandır. Sükûnetin hükmünü tehdit eder ve otorite tarafından kolayca kabul edilmeyecektir.
Çikolatanın büyülediği köy halkı sıkıcı hayatlarının rutinini kırarken belediye başkanı Mösyö Le Comte, rahip ve eşi Josephine’den Vieanne’ın akıl çelmeleri yüzünden ayrılmak zorunda kaldığını düşünen Serge de boş durmaz. Çikolatacı kadını ideolojik aygıtları (kilise) ve zor yoluyla uzaklaştırmaya çabalarlar. Özellikle Mösyö Le Comte’a göre büyük paskalya perhizi sırasında bir çikolata dükkânı açmak kutsal olana, onun kurallar ve yasaklardan oluşan değerlerine karşı büyük bir saygısızlıktır. Bu kabul edilemez. Ama “çikolata”ya en karşı olanın kazayla onu tatması umulmadık sonuçlar doğuracaktır.
Bir yığın badire atlattıktan sonra çikolata taraftarları kendilerini tüm köye kabul ettirirler. Kuzey Rüzgârı Vieanne’ın kulağına ziyaret edilmesi gereken yeni kasabaları, yardıma ihtiyacı olan dostları ve kazanılacak savaşları fısıldamaktadır. Yenilgi kadar zaferden de kaçar. O yersizyurtsuz bir baştan çıkarıcıdır. Ne var ki bir diğer yersizyurtsuzun, ırmak boyunca kayıklarıyla ülkeyi dolaşan bir aylak grubun müzisyen üyesi Roux’nun aşkı da onu baştan çıkarır. Güney rüzgârı gezgin adamın dönüşünü fısıldar. Onun geri gelmesi ardından, Roux ve Vieanne yepyeni ve güleç bir çehreye bürünen köye yerleşerek hayatlarını sürdürürler (mutlu son).
Geleneksel bir toplumun sorunları temelinde ele alındığında Çikolata, iktidarın biyo-politikasına karşı devrimci ve özgürlükçü bir direnişi temsil ediyor. Sosyal, siyasal ve dinsel bağlamı içinde düşündüğümüzde Vieanne’ın köye götürdüğü “hız” özgürleşmeye olanak tanır. Ama 1970’lerde yaşanan kırılma (“cinsel devrim” de deniyor) ardından yerleşen yabancılaştırıcı hız ilkesinin varlığı göz önüne alınarak, bugünden bakıldığında filmin dillendirdiği episteme ve onun gündelik yaşamdaki yansımaları ne kadar özgürleştirici, bu tartışılır bir konu. Artık bedenler, cezalandırılmış gibi, yorucu ve tüketici bir haz temelli (cinsellik, yeme, içme, eğlence hayatı, uyuşturucular, uyarıcılar vd.) döngü içinde takılıp kalıyor. Belki de, günümüz toplumlarında özgürlük ve yabancılaşmanın zincirlerini kırmak, kapitalizmin ve iktidarın; eğlence endüstrisinin, medyanın ve diğer aygıtların üretegeldiği mekanikleşmiş, bedenleri sıkıştıran haz akışkanlığının, hızın ötesine geçmekten geçiyor. Erdemli olan yavaşlamak da denebilir buna. Bu açıdan değerlendirilince, Çikolata’nın sorunsalı özellikle günümüzün Batı ve batı-yönelimli toplumlarının sosyal çehresini anlamak ve karşı koyuş hallerini tartışmak açısından önemini yitirir. İktidarın farklı biçimleri farklı direniş odaklarını ve taktiklerini gündeme getirir. Geleneksel inançların ve taassubun sürdüğü yerelliklerde ise filmin esinlendiği söylem hâlâ geçerli ve anlamlı duruyor. Küresel kapitalist tüketim toplumlarında, dakikaların ve saniyelerin sosyal yaşamın ve ilişkilerin akışını sıkıştırdığı koşullarda değil ama, bedensel hazların otoriteler tarafından kabaca yasaklandığı coğrafyalarda Vieanne’ın biberli çikolataları özgürlüğe dair tatlar ve esinler vermeye devam ediyor.