SAYI 97 / HAZİRAN 2006

 

DUYGU, ZİHİN VE TERCİH ÜZERİNE



Kaan Koç
huzunbazzz@hotmail.com

 


antony_gormley, feeling material, 2005İnsanoğlunun gerek tarihsel süreçte, gerek bireysel açıdan yaşamında düştüğü en büyük ikilem, ya da paradoks, duygu-düşünce çatışmasıdır.Gündelik hayatımızda neredeyse her eylemimizde bunu yaşarız... git geller silsilesinde, bilinçaltımızda çelişkiler yaratırız. Ve bu çelişkiler, hayatımız boyunca mutlaka bir taraflarımızdan bizi tutar, sarsar.

Duygular insan psikolojisinde en baskın etkendir. Duyguların, tecrübeler -hiç şüphesiz düşüncelerin etkisiyle-, hisler, vicdan ve hazların toplamından ibaret olduğunu söylersek sanırım yanılmayız.

Örneğin; bir üstgeçitte, boya sandığını yerlere saçmış, ellerini dizlerine koyup, kafasını kollarına dayamış, dayak yemişe benzeyen bir çocuğu gördüğümüzde haline üzülürüz, yardım etmek isteriz. Belki biraz para, belki biraz yemek... Ama aynı yerden birkaç gün sonra tekrar geçip, çocuğu aynı halde görürsek, bu bizim içimizde bir fırtına koparır. Böylesi bir olay ufak bir anafor olabilir ama büyük hortumların habercisidir. Saflığımızı, duygularımızı sorgular hatta her insanın kendi aklına güvenini düşünürsek, zekamızdan bile kuşku edebiliriz. Bir çocuk bizi düpedüz kandırmıştır, duygularımız yoluyla. İşte burası, aklın duygularla karıştığı çizgidir.

Hislere gelince... İnsanlar, bazı kuramlarla kırılmaya çalışılmış fakat sebebi hala anlaşılamamış iç sesler duyarlar. Bu iç ses, uykuda da gelebilir, yolda yürürken, ağlarken, gülerken de... İşaretler, rastlantılar, bedensel saptamalar bizi sezgi alemine götürebilir bir anda. Stephen Hawking, hislerin kaynağını iç içe geçmiş zamanlar-dünyalar görüşünde açıklar. Ona göre, biz şimdiyi yaşarken, bir iç zamandan birkaç adım gerideyiz ve şu an yapmakta olduğumuz eylem diğer zamanda çoktan tamamlanmıştır. Bunu açıklamak için şu örneği verir, meşhur bilim adamı;
"Bir çift her cumartesi günü, aynı saatte tenis oynamaya gider. Bir gün yine tam başlayacakları sırada, adam huzursuz olur. Oynamak istemediğini, kendini yorgun, sıkıntılı ve kötü hissettiğini söyler, eşine eve gitme teklifinde bulunur. Eve gittiklerinde, telefon çalar ve adamın annesinin hastalandığı, ambulansla hastaneye kaldırıldığı haberini alır. İşte bizi uyaran hisler de, bundan farksızdır. Bir iç zamanda, yaşamımız daha ileriki dakikalarını yaşamaktadır, ve bizi "hisler" yoluyla uyarır."

Örnekten de rahatça kavranabileceği gibi, bu kurama da somut bir dayanak bulmak imkansız. Fakat insan aklına yatmayan bir yanı da yok, zaman kavramının da genişliğini, saydamlığını düşünürsek. Lynn A. Robinson ise "Sezgi nedir?" sorusuna şöyle bir cevap verir;
" Sezgi, ruhunuzla aranızdaki bağlantıdır, Tanrının (ya da Evrenin) sizinle iletişim kurmak için kullandığı bir araçtır. Sezginizden yardım veya iç görü talep ettiğinizde, ruhunuzla bağlantı kurmuş ve onun bilge rehberliğine başvurmuş olursunuz. Sezgi bir çok biçimde gelir: İç sesle, rüyalarla, duygularla, fiziksel duyumlarla, ani bilişlerle, sembollerle ya da rastlantılar ve eşzamanlılıkla. Sezginin kendi dili, kendi şifresi vardır. Onun rehberliğini işitmenin tek bir doğru yolu yoktur. "
'Onun rehberliğini işitmenin tek bir doğru yolu yoktur' cümlesi aslında hislerin anlaşılması güç şifreli diline yönelik sağlam bir tespittir. Ama belki biraz uğraşırsak yine de ele avuca gelebilir yargılara varabiliriz.
Bence, "sezgi, his" kelimelerinin ne ifade ettiğini tam olarak zihnimizde canlandırabilmek için öncelikle "içgüdü" kavramını anlamalı. İnsanlar dışındaki tüm canlıların, yaşadıkları ortam neredeyse yaradılışlarından beri aynıdır. Küresel değişimleri saymıyorum. Oysa insan, bireysel ömrü içinde bile yaşadığı çevreyi sürekli değiştirir, yani bir nevi doğasını daima kurcalar, farklılaştırır. Hiç şüphesiz tarih öncesi çağlarda yaşamış bir insan avlanırken büyük ölçüde hislerini kullanarak, hatta sezgilerini bir silaha çevirerek, doğayla savaşıyordu. Ve bizim şimdiki hissiyatımızı düşünürsek, mesela telefonun çalacağını hissettikten hemen sonra telefonumuz çalmışsa, bizden yüzyıllarca evvel yaşamış bu adamla "sezgisel" çerçevede hiçbir eşitliğimiz olamaz. Eşitliğimiz diyorum, çünkü bir denklik mevcuttur. Bundan üç yüz yıl önce yaşayan bir ceylan otlanırken sahip olduğu sezgilere, aynı şekilde günümüzde de sahiptir. Değişen veya değiştirilen etkenleri çıkartırsak, insanoğlunun da sezgisel temelinin bundan çok öncelere dayandığını açıkça görürüz.

Peki nasıl oluyor da, sezgilerimiz böylesi evrimler geçirebiliyor? Açık, çünkü temelde duyulan korku savunma korkusuysa, az önce verdiğimiz örnekteki ilkel adam, savunma hissine bürünmüştür, onun için tehlike, hayvanlardır. Çağımızda, şehir hayatında yaşayan bir insan ise, kendini savunması gerektiğini, başına kötü bir saldırı geleceğini hissettiğinde aklı uyarılır ve aklındaki korkuları açığa çıkartır. Korkacağı şeyler, toplumda yaşanılan tehlikelerdir. Hırsızlık, kapkaç, gasp... gibi tehlikeleri canlandırır içinde. Yani sonuçta, insanoğlu yaşadığı çevreyi ve etkenleri değiştirdikçe kalıtımsal olarak sahip olduğu sezgilerini de, çevresel faktörlerin kılıfına göre giydirir. Ve tabii ki bahsettiğim bu taslakla-açıklamayla da hislerin kaynağını doğruca belirtmiş olamayız. Çünkü bilimsel olarak bir ispatlamamız mümkün değil.
İnsan duygularına büyük yön veren sezgiler, daima muamma olarak kalacaktır.

Aslında en farklı nokta, bizi tüm canlılardan ayıran; vicdan kabiliyetidir. Vicdan; felsefenin, filozofların bile aşamayıp insanlığın önüne engel olarak dizdikleri sebeptir. Haklı bir sebeptir, kimi zaman düşünsel bir varoluş gibi görünse de, tamamen içsel bir davadır. Düşünce gücüyle bastırılmaya çalışılan vicdan, mutlaka bir yerden kendini çıkartır, insanın benliğinde fırtınalı bir hava yaratır. Vicdan bastırılamaz, ertelenemez. O an ortaya çıkar ve sizi yargılamayı yarına bırakmaz. Hemen yargılar, infaz eder. İnsan, içinde böylesi bir potansiyel enerji barındırırken, bu onun için hem iyi hem kötüdür. Duygularımız da vicdanın ketum oluşundan nasibini hemen alır. Ve zaten diğer bütün sarsıntılar bundan sonra başlar. Vicdan evvela duygularımıza vurur kelepçeyi, ruhumuzu mahkemeye çıkartır. O mahkemede -travmatik infialleri saymazsak- neredeyse kimse ölmemiştir fakat bünye, zihin, ruh, adına ne derseniz deyin, azap üzümlerini bir bir yer... 'Vicdanınız, bencilliğinizin samimiyet derecesidir. Onu iyi dinleyiniz' diyen Bach, elbette her insan gibi çok kez vicdanıyla ters düşmüştür fakat vicdanını içinden kovamamış olacak ki, böylesi güzel bir tanımlama yapabilmiş.

İnsan, bütün dürtülerini ve tercihlerini, şartlanmalarını, bilinçsizce de olsa hazlarına dayatır. Hayatının bir yerinde mutlaka herkes yaşadığı biricik gerçek değerin duyduğu hazlar olduğunu anlar. Olgulara, seçeneklere yönelirken "canımız çeker" ve faaliyete geçeriz. Açıklanması, anlaşılması, ulaşılması bence hiç de zor olmayan bir kavramdır, hazlarımız. Düşünsel bir boyutta değil de daha çok hislerimizin geldiği yoldan bizi saran "haz" farkında olmadan düşüncemize etki eder. En açık örneği, cinsellik insanoğlu için düşünsel bir eğilim değil, dürtüsel bir hazdır. Sahip olduğumuz hormonlar bize emri verir ve fikrimiz de buna yönelir. İşte bu noktadan sonra haz, fayda halini alır.

Duygusal etkenleri kendimce çözmeye çalıştım. Şimdiyse sıra tercihlerimizi yaparken kullandığımız -belki de tarafından kullanıldığımız- bir diğer etken olan "düşünce"lerimize geldi. Duyguların faktörlerini tecrübeler, hisler, hazlar ve vicdan olarak saymıştım. Düşüncelerimiz ise kanımca, tecrübeler, duygular ve fayda olarak üç kola ayrılabilir. 'Korku' faktörünü fayda maddesine katıyorum, çünkü korktuğumuz şeyden kaçınarak kendimize yarar sağlarız, dolayısıyla bu bizim faydamızdır. Yönelimlerimizde hayli etkili olan bilgilerimizi de tecrübeler başlığında düşünüyorum.

Tecrübeler, daha önce yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz iyi kötü dersler, etkiler, edinimler, izlerdir. Olumlu-olumsuz olabilir bunlar, ve düşüncelerimizin temelini oluşturur hatta bize düşünmeyi öğretir. Çocukluğunuzu hatırlayın, zihnimizin açılması tamamen deneme yanılma yoluyla olmuştur. Tecrübeler duygularımız açısından "sevinç, üzüntü, sömürü" gibi şekiller alırken, ussal çerçevede "bilgi" kalıbındadır. Dolayısıyla, tercihlerimizde faydalandığımız baskın faktörlerden olan bilgilerimiz bizim için iyi bileylenmiş bir silah olmalıdır. Metafiziksel anlamda düşündüğümüzde her ne kadar hislerimiz önemliyse, mantıksal boyutta bilgilerimiz en müspet ışığımızdır. Elbette ki her zaman doğruyu gösterir demiyorum, bu söylenemez. Fakat yanlışlar yaptıkça, tecrübelerimiz artacak, gittikçe doğruya yaklaşma oranımız artacaktır. Bundandır ki, tüm sanatkarlar, erbaplar, işlerinin eri olma konumuna yıllar sonra ulaşırlar. Yaşamak da şüphesiz böyledir. Zaman geçtikçe, genelleme yaparsak, ilk çocukluk hatalarımızı yapmayız, olgunlaşırız.

Düşüncelerimizin içerisindeki duygularımızın etkisi koca bir okyanusun hiç buz tutmamasıyla eşdeğerdir. Düşüncelerimiz su, duygularımızsa tuzdur bence. Dünya sadece mantıksal bir yolda ilerleseydi, kesinlikle her şey çok daha farklı olurdu. İyi ya da kötü demiyorum, tecrübe etmedim bunu bilemem. Fakat tahminimce, hayat olmazdı. Bunu açıp konuyu dağıtmak istemiyorum ama tek bir cümleyle ifade etmem gerekirse, duygularımız hayal gücümüze gebedir, hayal gücü de insanoğlunun yaşamasını sağlar, ayrıca duygularımız "zeka"mızın da büyük bir parçası olduğundan, duygusuz bir insan buz tutmuş bir su kütlesi olabilirdi, tahminimce. Yani, bir seçenek, olay ya da konu üzerinde düşünürken duygularımızdan faydalanırız. Kimi zaman duygularımız düşüncelerimizi tamamen sarabilir, kimi zamansa hiç ortaya çıkmayabilir. Bu teması kesinlikle yukarıda ayrıca ele aldığım duygusal kavramlarla karıştırmamalıyız. Çünkü, yukarıda bahsettiklerim düşüncelerimizden ince bir çizgiyle ayrılırlar. Fakat şu an değindiğim temas tamamen düşüncemizi oluşturan, düşüncemizin bir parçası olan duygularımızdan ibarettir.

Fayda konusu ise belirgindir. İnsan mutluluk duyduğu şeyi yapar, ona faydalı olanı ister. İnsanlık bu şekilde ilerler, savaşlar bu yüzden çıkar, ve insanlığın faydası bireylerin faydalarıyla çakıştığı için sürekli bir devinim yaşar dünyamız. Bu faydayı günlük hayatınızda da düşünebilirsiniz, gelecek hayallerinizde de. Her birey bencildir, içinde hep kendini yüceltme isteği vardır. Ego kavramı işte tam burada karşımızda belirir. İnsan egolarının esiridir. Cinsellik bile bundan payını almıştır ki, aşk da öyledir. Her ne kadar çift kişilik olsa da bu iki eylem, temelde bencil bir dürtü, ihtiyaçtır. Çünkü her insan, her benlik başka bir insana bulaşmak, kendi sınırlarını aşmak ister. 'Fayda' kavramından uzaklaşmış gözüksek de, bu bencil istemler, faydanın ta kendisidir. Yani, benliğimiz aç bir kurttur ve midesini dolu tutmak ister ama hiç doymaz. Yediği her şey tabii ki bencil hayatını oluşturur, kendini yaşatması için, faydalanır. Burada da tercihlerimizde baskın olan bencil yanımız gün ışığına çıkar.

Sonuç olarak; yaşamımızda her saniye tercihler yaparız. Reflekslerimiz dışında gelişen her şey çok ihtimallidir. Ama biz birini seçmek zorundayızdır ve bu şekilde yaşarız. Kendimce tercihlerimizi nasıl yaptığımız konusunda deliller bulmaya çalıştım, yola kendimden çıktım. Şüphesiz, yargılarımın, yorumlarımın doğruluğu tartışılabilir ama yine de bütün felsefi bakışlar kadar doğruluk payı vardır.
Somut bir şablona dökülmesi imkansız olan insan benliği, doğayla tıpa tıp benzerdir. Doğa gibi kendine döner, dönüşür, değişir. Fakat temelde hep aynıdır. Tercihlerimiz de, ilkel çağlarda nasılsa yaşadığımız 21. yüzyılda da, aynı doğrultuda, aynı etkenlerle oluşmaktadır.

 

Nisan 2006