SAYI 97 / HAZİRAN 2006

 

KÖRLÜK (JOSÉ SARAMAGO)


Ali Rıza Arıcan
rizaarican@gmail.com




 

José SaramagoBazı romanlar vardır sahip olduğu simgesel büyüyle, okuyucuya başka hiçbir eserin vermeyeceği zevkleri tattırır. José Saramago’nun Körlük adlı romanı bu türden bir roman. Simgesel bir dil, Kafkavari bir dünya, ne yapacağını ya da bir adım sonra neler olacağını bilemeyen çaresiz kahramanlar, kişleştirilemeyen bir düşman, neyin kurbanı olduğunu bile anlayamayan Gregory Samsa’lar, nedensiz yere kurban oluşu kabul edemeyen, yaşamak için başkaldırmaya çalışan Dr. Rieux’lar...

Romanı kendimce üç bölüme ayırdım. Birinci bölüm: Körlüğün başgöstermesi ve bir salgın halini alarak kenti esir alması. İkinci Bölüm: Hükümetin durumu kontrol altına almak için bir deli hastanesini karantina bölgesi ilan etmesi ve tüm körleri bu bakımsız akıl hastanesine tıkması. Kapıya silahlı askerler dikmesi ve körleri bakımsız bir şekilde yalnızlığa ve çaresizliğe mahkum etmesi. Uçüncü Bölüm: Körlerin akıl hastanesinden kurtulmaları ve kente dağılmaları. Açlık, sefalet, pislik içinde geçen günler...

Birinci bölüm arabaların gıdım gıdım ilerlediği bir trafik ortamında başlıyor. Tüm arabalar durmuş halde, herkes yeşil ışığı bekliyor. En öndeki taksi yeşil ışık yandığı halde ilerlemiyor. Taksinin şoförü bağırıp, çağırıyor: “Kör oldum! Hiç birşey göremiyorum!” Bu andan itibaren körlük yayılmaya başlıyor şehirde. Önce şoförü evine götüren ve ardından da arabasını çalan adam, şoförün karısı, birlikte gittikleri doktor, doktorun hastalarından birisi olan genç bir fahişe, bir ilkokul öğrencisi teker teker kör oluyorlar. Doktorun durumu farketmesi ve hükümete bildirmesi ile önlemler alınmaya başlıyor. Hükümet, tüm körleri toplayıp, kullanılmayan bir akıl hastanesine gönderiyor. Kapıya silahlı askerler dikiyor, kaçmaya kalkışanın vurulacağını ilan ediyor. Bir çeşit Nazi kampına dönüyor hastane. Yalnız körler arasında görebilen tek kişi var. Doktorun karısı. Sadakatın sembolü olduğunu düşündüğüm bu kadın, kocasının tüm uyarılarına rağmen evde durmuyor. Ambulansa binince de görevli kişiye, tam o anda kör olduğunu söylüyor. Bu yalan ile girdiği hastanede gören gözleri ile adeta yazara yoldaşlık ediyor. Doğal olarak, hastanede görünmeyen bir lider halini alıyor. İçerde bulundukları süre içersinde de elinden geldiğince görebildiğini insanlardan saklıyor. Ben romanı okurken, doktorun karısının kör olmamasını bu fedakar davranışına bağlamıştım.

İkinci Bölüm: Önce yemekler az gelmeye başlıyor, sonra hijyen sorun oluyor. Henüz körlüğe alışamamış insanlar düşe kalka yürümeye, kendilerine yer bulmaya çalışıyorlar. İlk kör olan adam, arabasını çalan adamın da hastanede olduğunu öğrenince (sesinden tanıyor) sesli bir tartışma oluyor. Aynı hırsız, genç fahişeye sarkıntılık edince, kız ayakkabısının sivri topuğu ile adamı ciddi bir şekilde yaralıyor. Hırsız, bir kaç gün acılar içinde yatıyor. Kullanılmayan hastanede gerekli malzemeler olmadığı için tıbbi müdahele edilemiyor. Bir kaç gün sonra, askerlerin ihtarlarına rağmen dışarı çıkmak isterken vuruluyor ve ölüyor... Bu ölümden sonra körlerin iç hesaplaşmaları başlıyor. Karanlık bir dünyada herşeye baştan anlam vermeleri gerekiyor. Dışarı çıkamıyorlar. O halde birlikte yaşamayı öğrenmek zorundalar. Ahlaki değerler, doğru sözlülük,  evlilik, dostluk ve olmazsa toplumsal düzen olmaz dediğimiz pek çok şey tartışılıyor romanın gidişatı içersinde. Mesela, silahlı bir kör yemek dağıtımı içini kontrol etmek istiyor ve bu iş için kötülerden oluşan bir çete kuruyor. Yemek için insanlardan para ya da değerli eşyalar istiyor. İnsanlar mecburen veriyorlar. Verecek şey kalmayınca kadınları istiyorlar. İlk kadın kafilesi gidiyor ve çete üyeleri ile beraber oluyorlar. Bu sahnede ilginç olan şey, kocaların eşlerini göndermek zorunda kalmaları. Öyle ki doktorun karısı doktorun alnına bir öpücük kondurup gidiyor. İkinci sefer aynı kadınlar, aynı işi yapmak için gittiklerinde doktorun karısı, elindeki makas ile çete reisinin gırtlağını kesiyor. Derken isyan başlıyor. Körlerden oluşan iki gurubun kavgasında doğal olarak içlerinde görebilen üyeyi barındıran gurup kazanıyor. Doktorun karısı hastaneyi ateşe veriyor ve yarım düzine kişi ile hastanenin dışına çıkıyorlar.

blindnessÜçüncü Bölüm: Dışarı çıktıklarında, dışarının da içersinden farklı olmadığını görüyor. Askerler gitmişler, ne polis var ne de bekçi. Sadece yollara yayılmış insan cesetleri, gurup gurup olmuş, yiyecek arıyan kör insan kümeleri, sokak kenarlarını tuvalet olarak kullanan insanlar, marketlerde ne bulurlarsa yağmalayan, bununla yetinmeyince evlere girip yiyecek arıyan insan sürüleri... Doktorun karısı görebildiğine pişman bir şekilde elinden geldiğince sorumlu olmaya çalışıyor içinde kocasının da bulunduğu gurubtan. Herkesin kör olduğu bir dünyada yaşam nasıl şekillenebilir? Mesela renklerin bir anlamı olmaz, okumanın ve yazmanın da bir anlamı olmaz, televizyonun, araba sürmenin, bilgisayarın, hatta aşkın... Yüzünü görmediğiniz bir insana aşık olmak ne demektir, nasıl bir şeydir. Peki ya yazmak? Okuyacak kimse yoksa yazmanın nasıl bir anlamı olabilir? Bu sorular tek tek karşımıza çıkıyor romanın son bölümünde. Mesela insanlar hep birlikte bahçeye gidip ihtiyaçlarını görüyorlar. Bu durumdan tek rahatsız olan kişi doktorun karısı çünkü o görebiliyor. Tuvaletin sifonundaki suyu içmeye bile razı oluyor insanlar su ihtiyacından dolayı (Bunda suyu görememenin büyük payı var bence) Gurup bir kiliseye sığındığında, kilisedeki tüm kutsal heykellerin gözlerinin bağlandığını görüyor. Tanrının bile arkasını döndüğü körler hangi ahlakın, hangi dinin önderliğinde ilerleyecek. Sanki biraz Nietzsche, biraz Sartre, biraz Camus kokusu veriyor bu bölüm. YALNIZSINIZ  sesi ile irkiliyor insanlar. Dayanacak son noktaları olan Tanrı da çekip gitmiştir ya da kör olmuştur! (İnsanların sosyal yaşamda birbirlerinin acılarını görmemelerine sert bir ilahi yanıt gibi!)

Romanın bu bölümünde en çarpıcı gerçek, insanın hayatta kalmak için yaptıklarının dini de, sosyal yaşantıyı da, ahlakı da geride bırakıyor olması. Öyle ki doktorun karısı dışındaki herkes ahlak dediğimiz genel kurallar bütününün dışında sayıyor kendisini. Kör oldum, o halde mazurum ahlaki önermelerden mantığı ile hareket eden insanlar birbirlerini öldürüyorlar, yağmalıyorlar, yıkıp yakıyorlar... Doktorun karısı ise herşeye baştan başlamak gerektiğini bildiği için guruba sahip çıkıyor. Kendi evine götürüyor onları. Yemek pişirmeyi, ihtiyaçları gidermek için kurallar koymayı, insanlara has yatak paylaştırmayı planlıyor. Bunların bir kısmını yapıyor, bir kısmını yapamıyor.

Romanın sonunda insanların görme duyuları geri gelmeye başlıyor. Önce bir çocuk artık görebildiğini ilan ediyor, sonra doktor... Derken herkes görme yetisini geri kazanıyor. Roman sehrın tekrar bir an once kendine gelme umuduyla bitiyor.

                                                * * *

Romanların en önemli özelliklerinden birisi de hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş, olmazsa olmaz dediğimiz inançlarımızın, değerlerimizin, sıkı sıkıya bağlandığımız törelerimizin şartlar değişince ne kadar da önemsiz, ikincil kalabileceklerini ortaya koyabilmeleridir. Bunun en güzel örneklerinden birisi Sineklerin Tanrısı adlı romandaki çocukların kaldıkları adada birbirlerini öldürme derecesinde vahşileşebilmeleridir. Yazar bunu ne kadar çaktırmadan yaparsa o kadar başarılı sayılır. Şartları öyle öne sürmelidir ki okurun değişimi kabul etmekten başka çaresi kalmamalıdır. Saramago aile kurumunun kutsallığı karşısına açlığı koyar, sadakatın karşısına körlüğü koyar, sömürülmenin karşısına öldürmeyi koyar, utanmanın karşısına utanmayı gereksiz kılan kaosu koyar, gücün karşısına körlükten kaynaklanan zayıflığı koyar... Liste bu şekilde uzayıp gider. Dünyanın birden bire karardığı bir toplumda tüm sahip olduğumuz değerler bir bir dökülürler. Öyle ki anne kör olan çocuğunu karantinaya verirken kendisi kör olurum korkusuyla gitmemektedir. Çocuğunu karantinada yalnızlığa mahkum bırakan anne elbette dünyanın renklerinden arzuladığı gibi tat alamayacaktır. Bir yerde, bir şekilde o da kör olacaktır.  Karantinaya bir şekilde silah sokmayı başaran bir adam çete kurar ve para karşılığında insanlara yemek vermeye başlar. İnsanların tüm değerli eşyalarını tükettikten sonra, kadınların ırzına geçmeye başlar. Bu noktada erkekler eşlerini yemek karşılığında başka erkeklere göndermek zorunda kalırlar. Yemek sadece kendileri için değildir, aynı zamanda eşleri de yemek için çete üyeleri ile cinsel ilişkiye girmek zorundadırlar. Yaşamak için yemek, yemek için de otoriteye boyun eğmek zorundadırlar. Burada otorite mutlak değildir. Tam tersine otorite, boyun eğenlerden daha zayıftır. Bu yüzden de kısa sürede yenilir ezilenlere. Bu durum uzun sürmeyecektir çünkü birbirlerini zaten göremeyen insanlar, kısa sürede kendi içlerinde bölünecek ve sonsuza kadar devam edecek bölünmelerin bir halkasını temsil edeceklerdir. İnsanlar kör olduğu için diğerlerinin haklarını hiçe sayacaktır, tek görebilen kişi olan doktorun karısı ise herkes gibi kör olmayı arzulayacaktır. Acı çeken insanı hatıra getirmemek için takındığımız binbir türlü tavır gibi doktorun karısı da yüzünü bir o yana, bir bu yana çevirir. Tek istediği acıyı unutmaktır. Başkalarının acısı ona da acı vermektedir. Ve sanırım onu körlükten uzak tutan tek şey bu duygudur. Yani, kör olmak istemesi ters teperek onu körlükten korumaktadır.

José SaramagoBu romanın kafamda bıraktığı iki soruyu yazıp bitireyim:

1. Gerçekten de eğer görme duyumuz olmasaydı dünyanın görüntüsü nasıl olacaktı? Bunu bilemeyecek olmamız ayrı bir soru ama bilimin, sanatın, sosyal yaşamın nasıl olacağı  sorusu sorulabilir bir soru gibi. Bana göre matematik de dahil olmak üzere tüm düşünce sistemimiz farklı olurdu.

2.Gerçekten de sıkı sıkıya bağlandığımız ahlaki değerlerimiz bir anda ortadan kaybolsalar, insanlar bir anda ahlaki değerlerin hepsini unutsalar, hayatın alacağı şekil nasıl olurdu? Herşeye baştan başlayabilir miyiz yoksa birbirimizi katlederek insanlığın sonunu mu getiririz? Bu sorunun yanıtı beni biraz korkutuyor. Her ne kadar yazar romanı iyimser bir sonla bitirmiş olsa da aklıma odasında, ayaklarını tavana dikerek ölen, Kafka’nın Gregory Samsa’sı geliyor. Samsa gidemedi çok sevdiği işine bir daha. Peki insanlık aşabilecek mi birbiri ile her geçen gün daha sık hale gelen sınavları? Bu sorunun yanıtını  ise ancak zaman gösterebilir... Acaba kör olduk da farkında değil miyiz? Yani gerçek körler kim? Köprünün ucundaki kör dilenciyi görmemek için gözlerini kapatan, hızlıca dilencinin önünden geçen bizler mi körüz, yoksa dilenci mi kör? Dünyanın dört bir yanında öldürülen masumlar karşısında dilsiz kesilen ama biletçide kalan para üstü için tüm otobüs durağını velveleye veren bizler körüz de farkında mı değiliz? Belki de bu romanın sormak istediği korkutucu ve yalın soru budur: Asıl kör kim?

                                                           
8 Nisan 2004 - Bangkok