Günün birinde, Yahşi Baraz’la bir röportaj yapma fikri gündeme geliyor. Bir öğlen Galeri Baraz’a gidiyorum. Bu yapının iç mekânlarında, her adımda kalbimin ritmini yükselten nesnelerle etrafım sarılıyor. Heyecandan, istem dışı, hayranlık belirtisi ünlem seslerim… İnsanı böylesi bir yoğun duygu atmosferine sokan bu mekânda Baraz’ın yıllarını geçirmiş olduğunu düşünüyorum, bir an… Sonra sonra onun burada, bu hazinenin kaynağının içinde doğduğunu öğreniyorum… Her kare yüksek bir zevk temelinde ince ince işlenmiş, duvarlar güzel bir filmin -Baraz’ın hayatı- kareleriyle, küçük çerçeveli fotoğraflarla kaplı, yürürken sadece yerlere, kilimlere bakmak bile başlı başına bir görsel şölen... Otantik objeler, heykeller ve binlerce kitap, her an paylaşılmaya hazır bilgi zenginliği… Baraz onlara mülkiyet kaygısıyla bağlı değil, bilgiyi tekeline almıyor, büyük bir hobi ve sanat zevki ile oluşturduğu birikimini sanatseverler ile paylaşmaya hazır. İdeal kuşağı yetiştirecek kaynakları oluşturmaya çalışıyor. Sanata duyarlı, gerçek sanatseverlerin yetişmesi için...
Röportaja hazırlık aşamasına bilimsel bir ciddiyetle yaklaşıyor Baraz, yıllardır hakkında çıkan yazıları, röportajlarını, kendinin kaleme aldığı yazıları cömertçe önüme seriyor. Yazıları birlikte inceliyorken, hakkında çıkan olumsuz eleştiri yazılarının altını, gülümseyerek, çizip bana uzatıyor…
Kronolojik bir sıralamayı takip ederek okuyorum yazıları, genç bir seramik sanatçısının eserleri hakkındaki yorumlarla başlıyor film ve bu genç çok kısa bir süre sonra dünya standartlarında bir galerici olma yolunda emin adımlarla ilerlemeye başlıyor… Yıllar geçtikçe söylediklerine yeni yeni şeyler ekleniyor, hedefledikleri ve eyledikleri birebir örtüşür hale geliyor. “Hayatımda hiçbir şeyi şansa bırakmıyorum. Herşey önceden planlandığı üzere, kontrolüm altında gelişiyor ...” diyen Baraz dinamik ve yenilikçi bir kimlik taşıyor. O her geçen gün değişiyor, kendini yeniliyor ama içinde bulunduğu sosyal ortam ona ayak uyduramıyor. , en basitinden o, yıllardır “Modern Sanatlar Müzesi” istiyordu, sayısız çözüm önerisi getiriyordu, ama hiçbir oluşum ona yetişemiyordu, yaklaşamıyordu.
Öngörü sahibi bir insan, her zaman ikircikli bir gelecek öngörebiliyor. Malesef hep negatif gelecek tasarısı hayat buluyor, ama o insana olan umudunu hiç yitirmiyor, hala “bir kuşak gelecek” diyor.
Özgün galerici kimliğinin yanısıra -alışıldık ‘Türk Galerici Tiplemesi’nin haricinde- tam bir “İstanbul Beyefendisi” Baraz. Bilgisine, kültürüne, görgüsüne -sonuna kadar haklı olarak- güvenen, komplekslerden alabildiğine uzak, tek başına “üç zamanın müzesi, Yahşi Baraz...”
İncelemelerim sonucunda gördüm ki, eşsiz bir yaratıcılık yeteneğine ve enerjisine sahipsiniz. Bu enerjiyle -belki de daha azıyla- uluslararası çalışmalara yönelseydiniz çok daha farklı bir konumda olabileceğiniz ihtimali/kesinliği zihnimi kurcalıyor, ne dersiniz?
Türkiye’de galericilik 1970’lerden sonra başladı, o güne dek galeri girişimcileri arasında belki de uluslararası anlamda galericiliği düşünen ilk kişi bendim diyebilirim. Fakat düşünmek ayrı, hayata geçirebilmek ayrı. Daha öğrenciyken Avrupa ülkelerindeki müzeleri gezdim. Türkiye’deki sanat eğitimimin ardından bir müddet yurt dışında bulundum. Türkiye’ye döndüğümde yurt dışında bir galeri açma fikri en büyük idealim haline geldi. Dünya çapında tanınan büyük müzelere resim satabilmeyi, yabancı sanatçılarla çalışabilmeyi hedefliyordum. Fakat bunları gerçekleştiremedik. Çünkü ne böyle evrensel ölçülerle düşünebilen bir sosyal çevrenin içerisindeydim ne de projelerimi destekleyecek bir kapital bulabilme şansım vardı. Zaten o yıllarda sanat bilgisi oldukça zayıf bir toplum mevcuttu ve uluslararası anlamda sanat ilişkileri içerisinde yer alan insan sayısı çok azdı. Sizi destekleyecek bir sermaye sahibini arkanıza alıp da başarı elde edebilme olanağınız mümkün değildi, bu bizim kuşağın en büyük sorunlarındandı. Aklımda tamamen kendi çabalarımla Amerika’ya veya Avrupa’ya gidip herşeye sıfırdan başlamak vardı, ancak bu, Amerika’dan dönüşümle birlikte uluslararası bir galeriyi Türkiye’de merkez haline getirip ikinci bir on yılda ise dışarıya açılmak fikri ile yer değiştirdi. Ne yazık ki şu ana dek lokal çalışmaların ötesine çıkamadım, yalnızca bir miktar yabancı resmi Türkiye’ye çekebildim.
Amerika’da olmak, sizin de içinde bulunduğunuz kuşakta, özellikle de sanatla uğraşanlar arasında ne gibi ayrıcalıklar getirdi sizce?
1960 sonrası özelikle New York kenti önemli bir sanat merkezi haline geldi. Birçok dünya sanatçısının dikkatini çekti. Kendi ülkesinde ünlü olan ressamlar da dahil olmak üzere, sanatçılar bir de orada şansını denemek istedi. Büyük müzelerin, önemli galerilerin, zengin müşterilerin varlığı sanatçıları tahrik etti, hedeflerine yön verdi. 20.yy’ın son yirmi beş yılında yaşandı tüm bunlar. Ronald Regan zamanında ekonominin iyiden iyiye geliştiğinin hissedildiği ABD’de, sanata büyük yatırımlar yapılıyordu. 1980-1990 yılları arasında altın çağın yaşandığı Amerika’da eser üretimi ve resim satışları doruktaydı. 1950’lerden itibaren Fransa’ya giden Türk sanatçılar da 1980’den sonra Amerika’da şanslarını denemek istemiş, sanki bir özlem gibi, bir an önce orada bulunmak istemişlerdi.
Amerika’da 1960 Pop-art öncesi göçmen konumundaki Avrupalı sanatçılar o toplum tarafından absorbe olmuştur. Örneğin Marcel Duchamp, Joseph Alberts, Hans Hoffman George Grosz, Max Beckman, Piet Mondrian, Yves Tanguys, Moholy Nagy, Andre Massons ve birçok önemli Parisli sanatçı daha.
Ancak çoğu sanatçı beklediğinin aksi bir ortamda buldu kendini, 1960 sanrasında, özellikle Kennedy Kanunu’yla birlikte (yalnızca Amerikalı sanatçıların eserlerine vergi muafiyetini içeren kanun) Amerikan sanatını büyük oranda desteklemiştir. Jasper Johns, Rauschenberg, Lichtenstein, Cy Twombly, Tom Wesselman, Andy Warhol, Jim Dine, Rosenquist, Stella… vd. bundan önemli oranda yararlanmış sanatçılardır. Rothko, Williem De Kooning, Arshile Gorky, Sam Francis, Clyfford Still, Barnett Newman, Ad Reinhardt, Jackson Pollock, Motherwell yatırım yapılan sanatçılardı. Her eyalette kurdukları müzelerle kendi sanatçılarını destekleyen Amerika’da yabancılar “outsider” konumunda oldu, kimsenin ilgisini çekemediler. Yükselmekte olan sadece Çağdaş Amerikan Sanatı’ydı. Yine de çok başarılı bazı isimler -İngiliz Lucian Freud, Francais Baccon gibi- göz ardı edilemiyordu. 1987’de ünlü Alman neo-ekspresyonistleri New York Modern Sanatlar Müzesi’nde arkasına Alman bankalarını alarak büyük bir sergi açtı. Sergide, Alman sanatçılar Rainer Fetting, A. Kieffer, Baselitz, Marcus Luphertz, Salome gibi isimler yer aldı. 90’lı yıllarda soyut Alman sanatçısı Gerhard Richter’in eserleri ise rekor seviyeye ulaştı. İtalyan sanatçılar, Sandro Chia, Enzo Cuchi, Francesco Clemente, Mimmo Paladino ve bir de Bulgar sanatçı Cristo bu zor sanat ortamında şöhreti yakalayan sanatçılardandı. 1980 sonrası yeni Amerikalı ressam kuşağı sanat pazarına daha agresif girdi. Eric Fisher, David Sally, Jean Michel Basquıat, Ross Bleckner, Julian Schnabel, Keith Harring, Peter Halley, Philip Taaffe, Cindy Sherman, Ashley Bickerton, Jeff Koons, Barbara Kruger gibi dünya çapında isimlerdi… Japon ve Avrupalı zenginler de bu sanatçılara yatırım yaptılar. Aynı yıllar ülkemizde ünlü olan bazı ressamlarımız New York’ta etkinlik yapmaya başladılar. Donanımlı bir atölye kurarak en az 20 yıl dayanmaları gerekiyordu. Birkaç sergi açarak orada varolmak söz konusu olamazdı. Ne yazık ki arkalarında Türk zenginleri de yoktu. O yıllarda New York’ta rekabet o kadar acımasızdı ki genellikle entelektüel ortamıma giremediler, sanat yayıncıları, müzeler ve ünlü koleksiyoncularla, galeri sahipleriyle yeterli dialoğu kuramadılar. Kısacası New York’ta bekledikleri sonucu elde ettiklerinden kuşkuluyum. Burada Doğançay ayrıcalığını vurgulamak istiyorum. Bugün sanatçılarımızdan Burhan Doğançay’ın dünyadaki 60 müzede eserleri bulunuyor.
Yalnızca bireysel çabalarınızla, adeta Türk Galericilik Tarihi’ni, büyük oranda, tek başınıza yazmışsınız... Bugünkü genç müze girişimcileri, bir modern sanat müzesi ile yeni bir müze tarihini yazmaya başlıyorlar mı sizce?
Önce galericilik geçmişine değinmek istiyorum. Türk zengini, 1975’ten sonra kurulan galerilere -özelikle de o yıllarda- biraz şüpheyle baktı. Biz onları kolekiyon yapmaları konusunda yönlendirdik. Koleksiyon sahibi olmanın getirdiği prestijden, bunun aynı zamanda bir yatırım olma hali taşıdığından ve her geçen gün değişecek ve gelişecek sanat ortamından bahsettik. Geçmişte resim ticaretinin olmayışı onların bize tereddütle yaklaşmalarına neden oluyordu. O yıllarda resmin değeri bilinmediği gibi en büyük ressamlarımız bile onlar tarafından tanınmıyordu. 200-300 USD değer biçilebiliyordu en önemli resimlere, bu şartlarda başladık biz. Daha önce koleksiyon yapılmadığından şüpheleri vardı. Haklı tarafları da yok değildi. Deneysel bir girişimdi bu, 16.yy’dan beri Avrupa’da resim, satın alınan, üzerine sanat yazıları yazılan, hakkında kitaplar basılan, sergilenen, korunması için müzeler kurulan, üzerinde tartışılan, koleksiyonlar oluşturulan bir olgu... Sayısız deneyden geçmiş ve 20.yy sonuna doğru zaten belli bir pazarı oluşmuş durumda... Oysa bizim önümüzde bir galerici örneği bile yoktu. Varolanları günümüzün değer yargısıyla galeri olarak kabul edebilmek mümkün değildi. Çünkü ne bir kolleksiyon oluşturabilmiş ne de bir yayın yapabilmişler, hatta kendi kendilerini bile kataloge edememişlerdi.
Bizim nesille başladı galericilik ve bundan sonra gelecek genç galericiler bizim yanlışlarımızdan ders çıkartıp bizden miras kalan birikimler üzerine yeni başarılar ekleyerek yollarına devam edeceklerdir.
Galerinizi açtığınız yıllarda koleksiyoncu profili nasıldı, şimdi nasıl ?
Çok avangard görüşlü iş adamlarımız vardı fakat yine de sadece kendi kolleksiyonlarını düşünmekten ileriye gidip, büyük boyutlu düşünebilmeleri söz konusu olmadı. Bir müze kurayım, Türk resmini Batı’ya taşıyayım, orada katologe etmeye çalışayım, Anadolu’da bir kamuoyu oluşturayım, yatırımlar için bir fon açayım… vd. gibi kaygılar taşımadılar. Kendi küçük sosyete ortamları içinde bir prestij sağlamış oldular ve bizim yaptıklarımız basit etkinliklerden öteye gidememiş oldu. Ancak Türk resminin sadece satın alınması yeterli değildir. Sermayenin entelektüel alt yapı ile birleştirilmesi gerekir. Türkiye’de entelektüel bir alt yapı yoktu, resim sadece alınıp satıldı. Oysa kültür bakanlığının, eğitim bakanlığının ve plastik sanatlar eğitimi yapan okulların bu entelektüel alt yapıyı hazırlaması gerekirdi. Resimler belirli evlere girdi, halktan kopuk olarak... Geniş halk kitlelerine açılan çalışmalar gerçekleştirilemedi. Gerek İstanbul gerekse Anadolu’da Çağdaş Sanat Müzeleri olmadığı için, sanatsal anlamda toplum oldukça geriydi. Oysa bugüne baktığımızda Istanbul yepyeni genç girişimlere sahne oluyor. Sema ve Barbaros Çağa’nın ortak zevklerinden oluşmuş görkemli koleksiyonu Proje 4L’de açıldı. Bu örnek serginin özeti Sema ve Barbaros Çağa’nın yıllarca özveriyle kendileri için topladıkları eserleri izleyiciyle paylaşmalarıdır. Bu tür sergilerin çoğalması yeni koleksiyoncuları beraberinde getirecektir. Çağdaş sanat koleksiyoncularımızdan Can Elgiz ve Sevda Elgiz’in avangard sanatı tanıtan genç müze girişimleri, kısa da olsa toplum için bir müze heyecanı yarattı, ancak henüz Türk toplumu avangardı kabul edecek temel sanat kültürü olgunluğuna sahip olamadığı için bu müze cevap bulamadı. Elgizler’i cesur girişimlerinden dolayı kutlamamız gerek. Onlar ilk temeli attılar. Bir gün avangardın kabul gördüğü ortamda tekrar yaşama geçeceğine inanıyorum. Öte yandan saygın koleksiyoncularımızdan Oya ve Bülent Eczacıbaşı bu yıl Türk Modern Sanat Müzesini oluşturarak birikimlerini sanatsever halkımızla paylaşmaya hazırlanıyorlar. Bu sanatsever girişimciler müze tarihimizi yazarken, yaşayan müzeleri ile çok büyük bir kültür mirasını nesillere taşımayı hedefliyorlar.
Evet, Eczacıbaşı girişimi bir idealizm örneği... Pekiyi simdi, hep tasavvur ettiğiniz “ideal kuşak” için bu saatten itibaran neler söyleyebilirsiniz?
Bu konu tek boyutlu ele alınamaz. Bir uygarlık tarihi meselesidir. Dünyada, mağara resimlerinden bugüne, 20 bin senedir resim yapılıyor. Tuale yakın bir resim -ikon sanatı- ise, 4.-5.yy’a tarihlenebilir. Hristiyanlığı temel alan ikon sanatnın batı toplumlarının sanatsal anlamda gelişmesine büyük katkısı olmuştur. Çocuk, çok küçük yaşlardan itibaren kiliseye götürülmeye başlanır ve ikonları ilahiler, dini ritüellerle birlikte algılar. Daha sonraki yüzyıllarda ikonları algılayış, resim sanatı bilincine dönüşüyor. Aynı zamanda kilise, müzik kültürünün de temelini oluşturuyor. Kilise korolarında yer alan çocuklar çeşitli enstrümanlar çalmayı öğreniyor.
Sanat eğitiminin küçük yaşta başlaması, toplumun bireyi sahiplenip yetiştirmesi, özellikle de çağımızda küratörlerin, sanat galericilerinin, dökümanter film yapımcılarının, yayınevlerinin bir bütün halinde kusursuz işleyişi o toplumların ilerlemesini sağlıyor. Sanat dünyasındaki uyumlu konsensüs ve barışçıl devinim kreatif değişimciliği ileriye taşıyor.
Oysa Türkiye’de kişisel çatışmalar, bireysel öne çıkış tartışmaları ilerlemeyi engelliyor. Bu şartlarda, toplumun olgunluğa erişmesi, doğru değer yargılarına varabilmesi için belki de en az üç kuşak beklemek gerekecek... Şayet bu başarılamazsa, kısır döngü içinde iç çatışmalarla uğraşılırsa Türkiye’de bugünden de olumsuz hadiseler yaşanacaktır. Çünkü zaten Türk Resmi 20.yy’ın sonunda en idealist sanatçılarını yitirmiştir. Bugün varlık gösteren sanatçıların bir kısmı medyatik saçmalıklarla öne geçmeye çalışsa da tarih onları eleyecektir.
Ve bu sanatçılara bir de yeni türeyen bilinçsiz sanat alıcılarını eklerseniz, Türkiye’deki sanat ortamının giderek yozlaşmakta olduğunu görürsünüz. Özellikle son dört beş sene içinde -bire bir gözlemci konumunda olarak bildiğim- bu yozlaşma kendini belirgin olarak hissettirmektedir. En önemli Türk ressamı diye lanse edilen kişinin sanatsal yetkinliğinin gerçek boyutları uzmanlarca bilinmekte iken, maalesef, halk gerçeklerin ayırımında olamıyor, yanıltılıyor. Burada çözüm idealist insanların devlet desteğini de arkalarına alarak geliştirecekleri müze mucizesinde gizlidir. Ve bu müze bir “baraj” niteliği taşımalıdır, “müzeye girebilenler ve giremeyenler” şeklinde… Müze sanatın başvuracağı bir kriter belirleyicisidir. Bir resmi değerlendirirken eğer önemsizse “bu kötü bir resimdir” denilebilmelidir, artık. Oysa sanat yazarlarımız bu cesaretten yoksundur. Oldukça sınırlı sanat bilgileriyle, kitaplar yazıyor, kişisel ilişkileri doğrultusunda hissi yazılar kaleme alıyor, aralarında dostluk söz konusu olmadığı ressamı ve galericiyi ya kötülüyor yahut da yok sayıyorlar... Temiz bir sanat ortamı için, etki altında kalmadan yazabilen, tarafsız, toplumu yönlendirme misyonunun bilincinde olan sanat yazarlarına ihtiyaç vardır. Öyle bir sanat yazarı çıkmalıdır ki ressamlar gördüğünde titremeye başlasın… Fakat şimdiye dek, ne yazık ki, bu nitelikte bir sanat yazarı çıkartamadı, Türkiye. Sanat galericileri, sanat yazarları, ressamlar aynı pencereden bakabilmeyi başardıkları zaman, aralarında homojen bir bağ kurabildiklerinde, belki Türkiye düzlüğe çıkacak, ideal kuşak gelişecek, fakat şu an çok büyük bir kaos yaşanmakta sanat dünyamızda... Buna sanatsal değerler kargaşası da denilebilir.
Yahşi Baraz, şimdi sizden daha önce hiçbir yerde bahsetmediğiniz yeni projeler duymak istiyorum. Çünkü eminim mutlaka vardır…
Önümüzde iki proje var. Osman Hamdi’den günümüze dek, resmini satmadığım ressam kalmamıştır. Şimdi, sanat galericiliğiyle geçen uzun yıllardan sonra, yakinen ilgilendiğim kavramsal sanat çalışmalarını kataloge etmeyi de içine alan bir güncel sergi düzenlemeyi istiyorum. Her oluşumu eklektik bir biçimde gerçekleştiren bir galerinin bugün geldiği nokta olarak değerlendirilmeli bu sergi. Yaşlılık yıllarımda bunun eksikliğini hissettim. Bu dönemde, böyle avangard bir sergi açmayı çok arzu ediyorum. Bunun için de yaklaşık bir iki senedir çalışıyorum, oldukça güzel kavramsal sanat çalışmaları topladım. Türk sanatçıların çeşitli enstelasyonları, tek tek objeler… hepsi zaman içinde birikiyor ve yakında bir sergi salonunda sergilenecek.
Birde “Kolleksiyonerler Sergisi” düzenleyeceğim. Türk Resmi’ni toplamış olan, Türkiye’nin önde gelen iş adamlarının fotoğrafları, eşleriyle birlikte, dökümanter nitelikli birer çalışmanın içersinde yer alıyor. Ressam Gazi Sansoy, bu çalışmalarında fotoğrafla resmi sentezleyen kompozisyonlar oluşturdu.
Türk sanatçısı özünde bir Doğu insanı ve aslında oldukça güçlü kaynaklardan besleniyor. Hal böyleyken Batı’nın ezici gücü onu özünden koparıyor ve eğreti, kendine ait olmayan bir temelin üzerine birşeyler inşa etmeye zorluyor, dolayısıyla da ortaya “iskambil kuleleri” çıkıyor.
Burada Batı insanının samimiyetsizliği ortaya çıkmıyor mu? Bizim ve diğer ülkelerin sanatçılarının eserleri resim tarihinde hakettikleri yere gelemiyor, gelecek dünya nesli için bir kayıp değil mi, bu? Batı da çok kendi içine kapanık bir tutum izlemiyor mu? İdealist bir “Keşif Grubu” oluşturup “Gerçek Sanat Tarihi”ni yazma yolunda ilerleyemezler mi?
Ben böyle düşünmüyorum. Dünya müzelerindeki sanat eserlerinin hep aynı pasaportu taşıyan sanatçılara ait olduğunu görüyoruz. Avrupa’nın belirli ülkeleri: İtalya, Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika ve İspanya ile birde Amerikan pasaportu. Çünkü bu ülkeler askeri , siyasi , ekonomik ve kültürel yönden güçlüdürler. İşte dünyanın en meşhur zenginleri ve dünya müzeleri hep bu pasaportları taşıyan sanatçılara yatırım yapmışlardır. Bazı istisnalar dışında, örneğin Anish Capor, Bombay doğumlu Hintli bir yahudi. Fakat önce İsrail’e oradan da İngiltere’ye geçiyor ve İngiliz pasaportu alıyor. Capor çok önemli bir sanatçı, dünya çapında bir ressamdır. Ama çağdaş Hint sanatı uluslararası değildir. Yine bir istisna, Constantin Brancusi. Romanya’nın küçük bir kasabasından çıkıp, Viyana üstünden Paris’e gitmiştir, 20.yy’ın başında, çok idealist bir heykeltıraştır. Paris’teki ilk yıllarında yalnızca yemek karşılığında kilisede çan çalıyor Brancusi ve sonra çok büyük bir sanatçı oluyor. İşte bu noktada size katılamıyorum. Çünkü, Romen sanatı çok yüksek bir seviyede değil, Constantin Brancusi çok iyi bir sanatçı yahut da Bulgar sanatçı Christo var, paketleme sanatını yapıyor. 74’te Amerikan pasaportu alıyor, o da. Bütün Amerikan zenginleri, kumaş fabrikaları bir “team work” gerçekleştirdiler Cristo için ve o bugün dünya çapında önemli bir sanatçı oldu. Eserleri en az 100 bin- 200 bin -300 bin USD ve bu çok büyük bir başarı. Burada yine Bulgar sanatı çok yüksek bir sanat değil, ama Cristo çok önemli bir konuma gelmiştir…
Üçüncü dünya ülkelerinden veya geri kalmış ülkelerden çıkan önemli sanatçı sayısı çok azdır. Türkiye’den bu valörde bir sanatçı henüz çıkmadı. Türk Resmi yavaştır dünya sanatı önünde. Yani dünya sanat hızına ayak uydurabilmiş değildir. En azından dünyaca ünlü bir iki sanatçıya sahip olabilmeliyiz... Bu bile büyük bir başarı olurdu bizim için. Yoksa Türk Resmi tümüyle Batı’ya entegre olamaz. Sebepleri de çok açıktır, Türkiye bir İslam toplumudur, Rönesans yaşamamıştır. Sanatçılarımız dışarıya gittiklerinde “göçmen” konumuna gelir. İş bulabilmek, sanat dünyasına girip kabul görebilmek, oradaki küratörlerle, galerilerle, müze sahibi zenginlerle iletişim kurabilmek ne derece zordur, deneyenler bilir. Türkiye’den dünya çapında tanınacak isimler 21.yy’ın ortalarına doğru -belki- çıkacak. Burada hep kendi kabuğu içinde gelişen sanatsal faaliyetler gerçekleştirilmiştir. Minyatür sanatını saymazsak, çağdaş yorumlamaların başlangıcından, yani 19.yy başından itibaren Batı’ya dönük çalışmalar yapılagelmiştir. İlk serginin 1873’te Şeker Ahmet Paşa tarafından düzenlendiği bir ülkede insanlar o tarihten önce Avrupa’da neler yapılmış olduğunu araştırmalıdır. Rönesans yaşanmış, onun da öncesinde milyonlarca sanat eseri üretilmiş… Bu fark çok büyük bir uçurumu sembolize eder. Bunu telafi etmemize ise imkan yok. Böylesi bir kültür sanat ortamı bizi Batı’ya taşıyamaz referans da verilemez. Batı’dan alıntı temelinde gerçekleştirilen bir sanatla sağlıklı sonuçlar elde edilemez. Örneğin ekspresyonizm, nasıl doğdu? Avrupa 1. Dünya Savaşı sonrası büyük bir bunalıma düşmüştür. Ekspresyonizm Batı sanatçısının soluk almak için yarattığı bir atmosferdir, bir reaksiyondur. Ekonomik, Sosyo-kültürel oluşumlar, siyasi etmenler, entelektüel ilişkiler, sanatın tüm dallarında akımların doğmasında etkili olmuştur. Sanatın ülkelerin ekonomik düzeylerine endeksli ilerlediğini görüyoruz. Milli geliri 30 bin USD olan toplumlarda ilerliyor sanat, dünyadaki 200 ülkeden en fazla 15-20 tanesi bu konumda bulunuyor. Bizim dış ekolleri alıp uygulamamız ne derece mantıklıdır. Batı bunu kabul eder mi. Bunun dünya sanatına nasıl bir katkısı olur ki. Türk sanatçılarının orijinal bir katkı gerçekleştirmeksizin ürettikleri sanat eseri kabul edilemez. 1870’den beri yaklaşık 130-140 yıldır, yüzlerce sanatçımız Batı’ya gitmiştir. Ancak hiçbiri dünya çapında bir başarı elde edememiştir. Çünkü oraya gittiğinde bir Gérome , bir Monet, bir Duchamph , bir Bacon bir Beuys gibi resimler yapmışlar , bunlar niçin dünya sanat tarine geçsin ki, orijinalini onlar yapmış zaten. Bunlar maalesef bizim sanatçılarımızın gerçeğidir. Dünyanın en yüksek derecedeki uzmanlarını şaşırtacak bir bir uslupla karşılarına çıkabilmemiz, ancak kendi kültürümüzden çıkış yaparak olacaktır.
Gerçeklerden bahsediyorken, Türkiye’deki eser sahteciliğini değerlendirebilir misiniz? Artık biz de sahte eser üretebilecek yüksek sanat kültürüne erişmiş görünürüyoruz (!)
Türkiye’de henüz orijinal resimlerin satışı bile 85’lere kadar son derece zordu. Dolayısıyla bizde resim sahteciliği son 20 yıl içinde yaşanmaya başlamıştır. Batı ülkelerine bakarsanız her yüzyılda resim sahteciliği olduğunu görürsünüz. Kıymetli olanın, değer kazananın sahtesi yapılır, bir pırlanta, bir kürk, bir tablo… vd. Türkiye’de bu nasıl oldu? Dediğim gibi son 20 yılda, kolleksiyonerler kendi bigileri dahilinde, zevklerine hitap eden resimleri bir kurumdan bağımsız olarak -‘güvenilir’ bir sanat galerisi yada ‘güvenilir’ bir açık arttırma merkezinden almayıp- kolleksiyon oluşturdular. Resim bilgisi olmayan bir insan daima sahte resim alır. Bu tüm dünyada böyledir. Halbuki sorumlu bir sanat adamı tutulmalı ve kolleksiyona giren her resmin sorumluluğu onun üzerinde olmalıdır. Bu sorumlu kişi sahte çıkarsa resmin parasını ödeyecektir yada paranın geri alınması için gerekli yerlere müracatı o yapacaktır. Yahut da en başında araştırma yapıp sahte resmin kolleksiyona girmesine engel olacaktır. Oysa Türkiye’deki kolleksiyonerlerin çoğu bir danışman edinmedi ve doğal olarak bir çok kolleksiyona sahte resim girdi. Büyük kolleksiyonların hepsinde sahte resim vardır. Bunlar bilerek mi alınmıştır, kasti satışlar mı vardır, bunlar araştırma konusudur. İleride hukuki ilişkiler doğdukça veya vefatlar, iflaslar sonucu kolleksiyonlar gün ışığına çıktıkça -çünkü bugün çoğu koleksiyon halka teşhir edilmemiştir, hatta hepsi hala ambalajında dumaktadır- bunlar yavaş yavaş karma sergilere, konulu sergilere veya yurt dışındaki sergilere katıldıkça, küratörler ve sanat uzmanları tarafından incelendiklerinde içlerinden sahte olanlar ayıklanacaktır. Fakat ilk alan herhalde o gün hayatta olmayacaktır. Birde önemli bir delil sorunu gündeme gelecek, zaman geçtikçe o resimlerin sahte olup olmadığı tartışılacaktır. Çünkü, aradan 30-40 sene geçtikten sonra sahte resimdeki yağlı boya zaten sertleşmiş, çatlamış tuali bozulmaya başlamış, orijinale yakın bir hale gelmiş olacaktır. Resim eksperleri bile bunu anlamakta zorluk çekecektir. En sağlıklısı, sorumlu tutmak adına, resmi ya bir sanat galerisinden ya da bir açık arttırma merkezinden, bir kuruma bağlı olarak, bir danışmanın denetiminde almaktır.
Araştırmalarıma göre sahteciler, eski tabirle “Demir Perde” ülkeleri diye adlandırılan ve diğer çevre ülkelerden gelen bazı kötü niyetli kopistlerle işbirliği içindeki, Türk sanat ortamından kişilerdir. Dışarıdan gelen, çok yetenekli kopistler buraya gelerek atölye kurdular ve bizdeki, kötü niyetli kişilerle birlikte sahte üretimler gerçekleştirdiler.
Kopya resmi iki türlü değerlendirmek gerekir. Bir kere kopya yapım yasak değildir. Dünyada, tualin arkasına ya da önüne kimden olduğu belirtilmek suretiyle, kopya resim yapılır ve şu özelliklerdedir: örneğin orijinal bir Renoir alıp kopyasını yaptırırsınız. Asıl resim banka kasasında dururken siz tutup bu kopyayı duvarınıza asarsınız ve orijinali bende ama ben kopyasını astım dersiniz. Bu yöntem çalınma, yangın… vd. gibi risklere karşı alınan bir önlem niteliğindedir. İstediğiniz resmin kopyasını yaptırabilirsiniz. (Danışmanlarla anlaşıp, orijinal boyutun daha altında yada daha üstünde olmak koşuluyla.) Kopyacılık çok ileri bir düzeydedir batıda ve kopya atölyeleri vardır, restore amaçlı çalışmalar da gerçekleştirir bu kopistler ve kopya resim büyük bir maharet meselesidir, herkes yapamaz. Bir müze yurt dışına teşhir amacıyla gönderdiği resmin duvardaki yeri boş kalmasın diye de kopyasını asar. Avrupa ve Amerika’da, resim bölümü öğrencilerinden, mezun olurken de kopya resim istenir. Eğitimin bir parçasıdır. Bu çalışmaların hiçbiri sahtekarlık amacıyla yapılmaz.
Fiyatı daha uygun olduğu için de alınabilir kopya resim, fakat Türkiye’de hiçbir kolleksiyoncu kopya resim alayım demez, çünkü zaten orijinaline sahip olma imkanı her zaman vardır. Batı’da bu kompleks aşılmışır. Bir Delacroix’nin, Courbe’nin, Frogonard’ın eserini almak bugün imkânsızdır. Kopyalarını yaptırıp asarlar. Türkiye’de ise bir Türk ressamın kopya resmini duvarına asan bir kolleksiyoncu, dolandırılmış konumda asıyordur o resmi.
Türkiye’de kimlerin bu işi yaptığının araştırılması gerekiyor. Ben ne hakimim ne de savcı, fakat bu sahtekarlık büyük boyutlarda tehlike arzediyor artık. Bunun önüne geçmekse günden güne zorlaşmaktadır. İleride bu resimler onları satın alan ünlü kişiler vasıtasıyla, kitaplara girecek ve kendi kendilerini kanıtlamış olacaklardır. Buna mani olabilmek için bir sistem geliştirebilmeliyiz. Örneğin bir ekspertiz kurulu olabilir ve satılan bütün resimlerin bu kurulda denetlenmesi, onay vermesi sağlanabilir. Ücretsiz hizmet verebilir bu kurul ya da sembolik bir ücret isteyebilir. Yüzlerce, binlerce resmin bu kuruldan geçmesi sonucu biriken para bir fonda tolanıp, bir müze kurulabilir. Ya da müzelere resim satın alınabilir. Yani yine sanata dönen bir para söz konusu olur.
Birçok kolleksiyoner yanılgı içine düşüyor ve maalesef açık arttırma kurumları da bu kötü hadiselerin yaşanmasında en ön planda rol oynuyor. Bilerek veya bilmeyerek(!)…
Türkiye’deki Sanat Galericileri Derneği’nin faaliyetlerini, Batı’da bu derneğin karşılığı olan organizasyonların faaliyetleriyle kıyasladığımızda ortaya nasıl bir tablo çıkıyor? Sanat galerileri arasındaki farklılıklardan da bahsedebilir miyiz?
Bu derneklerin faaliyetlerini kıyaslamak başlı başına bir tartışma konusudur, o yüzden sadece galerileri karşılaştırarak sorunun bir kısmını yanıtlayayım.
Batı galerileriyle Türk galerileri kıyasladığınızda karşınıza koskocaman bir soru işareti çıkar. Çünkü oradaki işleyişle Türkiye’deki işleyiş arsında hiçbir bağ, benzerlik yok. Orada galeriler almış başını gitmiş biz hala burada mağara devrini yaşıyoruz. Çünkü sanat enternasyoneldir, bir sanat eseri ya uluslararası bir değer ifade eder yada hiçbir değeri yoktur. Bu ayrımı yapamadı Türkiye. İkilem içindeyiz hep, olayları bir Türkiye’ye bakış standartı içinde yorumluyoruz bir de Batı standardında, bundan kurtulmalıyız. Bir sanat eserini, ister bir Çinli yapsın, ister bir Amerikalı, ister bir Türk yapsın şayet uluslararası bir değer taşıyorsa, dünya literatürüne girmiş ise o sanat eseridir yoksa o bir sanat çalışmasıdır. Resim yapmak ayrıdır, resmin sanat eseri olması ayrı. Bizde bu iki kavram karıştırılır. Yapılan her resim sanat eseri niteliğinde değildir, örneğin 150 senelik Türk resminde bu oran belki %1’dir, çok yüksek bir seviyede bakarsanız. Bizde resim Batı etkisinde yapılmıştır ve dolayısıyla da bugüne kadar dünya sanatına hiçbir suretle entegre olamamışızdır. Ama Türkiye bir potansiyeldir, 70 milyonluk bir nüfus, Ortadoğu’nun en güçlü ülkesidir. 150 yılın eserlerini bir kültür varlığı olarak kabul edip, içlerinden en başarılı örnekleri seçip müzeler kurmak ve gelen nesle bunları tanıtmak gereklidir, daha sonraki yüzyıllarda onları da aşacak yeni nesiller çıkacaktır.
Bu ülkede, hiç kimse üzerine düşen görevin farkında değil. Halbuki kafalarını kumdan dışarı çıkarabilseler… neler gerçekleşebilir?
Yetmiş milyonluk büyük bir ülkede sanat eserinin üretimi birkaç sehir içinde cereyan ediyor, sanat hiçbir zaman bu şekilde gelişmemiştir. Sadece İstanbul ve Ankara’da -o da belirli bölgelerde- açılan sergiler birşey ifade etmiyor. Bırakın Anadolu’yu Beyoğlu’nda bile sergi açılsa en fazla 2000-3000 kişiye ulaşır ki bu da yetersizdir. Burada bir “kültür çıkarması”na gereksinim vardır. Hepsi İstanbul’da yaşayan Anadolu zenginleri madem ki bu ülkeden kazanmışlar, doğdukları şehirlere birer kültür merkezi kurmalıdırlar. Artık ülkemizde şehirlerarası kültür rekabeti başlatılmalıdır. Yalnız, kültürel bir kalkınma için bireysel girişimler, devlet ve Kültür Bakanlığı desteğinden yoksun oldukça fantaziden ileriye gidemez.
Bir de dışarıda yaşayan Türk iş adamları yaşadıkları coğrafyalardan sanat eseri alıp ülkemizde kurulacak müzelere bağışlayabilirler. Bu bağışlarla Türkiye’ye yabancı sanat eseri girmeye başlar.
Son olarak, ileride birgün, sanatçı Yahşi Baraz’ın, galerici Yahşi Baraz’ı ardında bırakma, terketme ihtimali var mıdır?
1940’ların önemli bir Amerikalı galerici Betty Parsons hem ressam, hem heykel yapıyor hem de sanat galerisi açmış. O zamanların avangard sanatçılarının sergilerini düzenliyor. Bir taraftan da sanat yapmaya devam ediyor. Fakat ben sanatçı kişiliğimi 1976’da unuttum. Yani benim bütün yaptığım “1964-1969’’ akademi eğitimi ardından, “1971-1976” seramik atölyesi çalışması o kadar ve sonrasında dönüp geriye bakmadım bile... Sanat galerisi yöneticiliği kimliğimle yaşamak istiyorum ve eğer orada birşeyler yapabildiysem o beni daha çok tatmin ediyor. Yaratıcılık ayrı sanat organizasyonluğu ayrı. Bunları zaman zaman birlikte götürdüğüm olmuştur, yine de insanda bir miktar sanatçı kimliği kalmış oluyor. Ama ben, hepsinden önemlisi, dünya sanatını öğrenmeye çalışan biriyim. Bu alanda çok araştırma gerçekleştirdim. Herhalde dünyadaki en büyük zevk etrafınızda sizi kuşatan sanat eserlerini seyrederek yaşamaktır.
Yüzyıllarla düşünebilen bir entellektüel, Yahşi Baraz. Okyanus gibi bir sanat bilgisine sahip, hiçbir sınır, bir eksiklik yok ki zihninde, fikir akışı engellensin. Her ne kadar unuttuğunu söylese de, bir sanatçı hassasiyetiyle bütünleşmiş kişiliği yaptığı herşeyin temelinde gizli. O, tanımış olduğunuzdan gurur duyup, gelecekte adından saygıyla, sevgiyle ve de en önemlisi yüzünüzde tatlı bir tebessümle, bahsedebileceğiniz nadir insanlardan… O bir tarih… Yahşi Baraz’a çok teşekkür ediyor ve bir noktanın altını önemle çiziyoruz: “Onun hakkındaki düşüncelerimiz -alışılanın aksine- bir ‘güzelleme’ değil, çıplak gerçeklikten ibarettir…”