SAYI 73 / 05 ŞUBAT 2006

 

HA DUBLİN HA DİYARBAKIR!


Metin Aydın
metin_aydin47@hotmail.com



Bu kadarı da fazla artık dedirtecek bir retorik üzerinden sürgit ve handiyse dört başı mamur işleyen bir kumpasın dimağlarımızı tu kaka eden salvoları yetsin gayrı! Âmiyane tabirle, insafınız kurusun diyeceğim ama, ne yalan konuşayım; vicdanım daha aman vermiyor bu tarz bir serzenişe. Epeydir, sağırlar diyaloğundan bir gıdım bile sapmayan ve en iyi ben bilirimci bir minval üzre yürüyen kültürel/düşünsel düklüğün artık gına getiren tacizleridir beni böylesi bir yazıyı çiziktirmeye gark eden.

 

 

 

 

 

 



(Fotoğraf: Mustafa Kirazlı, Diyarbakır)

İnsan tekinde adap-izan olur, etimiz-budumuz ne ki, boyumuzu aşan argümanlarla birlik bir papağan dağarcığını da aşmayan sözcüklerimize mi güvenip, el aleme bol kepçeden racon kesiyoruz. Evet, evet racon!

Üzerimizde pek iyi durmayan ''Aydınca'' martavallarımıza alıcı diye, Kadriye Demirel *'i, recm edecek kadar zıvanadan çıkmış bir halk gerçekliği öneriliyorsa, durup bir kez daha düşünmek gerek diye kendi kendime söyleniyorum. El insaf!

Ağızlara sakız ettiğimiz Adorno 'nun, ki iyi bir Aydının yedeğinde ondan aşırılmış bir kaç aforizmaya da ekmek-su kadar ihtiyaç vardır. Olmalıdır: Amenna! Lakin, Hitler 'in iflahını düren Adorno'ların (ya da bilumum entelektüel şahsiyetlerin) yaşadıkları somut koşulları ıska geçip, adına sırça köşk denen, çilehanelerinde 'dışarının' yakıcılığına sağır, lay laylom bir hayata yelken açtıklarını mı söylemeye getiriyoruz?

Sümme haşa! Bunu ima dahi çarpılmamıza yeter de artar! Zannımca bu belirleme, bizi pekte ırgalamıyor olsa gerek; değilse, Auschwiz 'ten sonra şiir yazılmaz, diyen Adorno'dan, şablonik bile olsa, o veciz saptamayı ödünç alıp, Kadriye'den sonra Diyarbakır'da sanat yapılamaz! dese biri -ben diyorum işte- boyundan büyük laf mı etmiş olur?

Sağırlar diyalogunun geçer akçe kabul gördüğü biz gibi toplumlarda; Adornovari mangal yürek entelektüeli (ondan vazgeçtim, aydını) nere(ler)den bulup getirteceğiz şimdi Diyarbakır'lara? Onlarda (Entelijensiya) artık, surlara sırlarından gayrı belki de Diyarbakır'ın yakıcı realitesini sümkürür suratlarımıza. Neden olmasın?

Yıldırım Türker 'in, yer yer nabzımızı tutan makalelerindeki tahlillere şapka çıkarmamak içten değil. Lakin, bizim de pekala hoşumuza giden 'şerbetin' şirazesini bazı bazı kaçırıyor gibi. Böyle değilse eğer, Diyarbakır'da evsiz/barksız biçare dolanıp selpak-sakız satan yarının 'vandal yürek' adamlarına/kızlarına: ” De hadi yazın şimdi! Acılarınızı, rüyalarınızı” mealinde sözüm ona 'Kitap' hazırlatan bir Diyarbakır'da, onun sanat ı hiç olmayan sokağı nda, en baba TV'lere ‘ işte Diyarbakır'ın çocuk yazarları… ' diye teşhir edilmeleri yetmiyor olacak ki; Y. Türker ( Radikal İki-2003 ), bu kitabı(?) çocuk yazarlarımızdan tanıtıcı pasajları da alıp, kendi köşesine taşıyacak...

Çocukların bu iç burkan trajedilerini haraç mezat daha yeni pazara düşmüşken, '' Kibritçi Kız 'ın hayallerini satın alan ve onları çarçur eden hayal tacirleri gibi, Yıldırım Bey'in de bizi ya da bizim kendisini öyle algılamam(ız)a sevk etmesi, doğrusu içimi burktu. Bu tuhaf durumu ifade edecek başka bir sözüm yok.

Her neyse; dilin kemiği yok işte. Öyle ki daha disipline edilmemiş bir bellek taşıyorsanız olacağı da budur: Yani, kavramlar size ömür Diyarbakır'da. Böyle olunca da; siyah rengin kırmızı ya dönüşmesi şaşırtmıyor artık kimseyi. Belki de, bu dezavantajmış gibi gözüken reel olgu, epistemolojik bab'ta bizlere (Kimiz ki biz?), hayra yorabileceğimiz gırla argüman sunar...

Başa dönecek olursak eğer, Diyarbakır'daki recm olayının tersten okunuşunda kelimenin ilk anlamıyla önümüze ilginç fragmanlar çıkıyor: Demem şu; Antik Yunan 'da elit zümrenin beğenisiyle koşut sahneye konulan Trajedilere, hayatıyla nanik yapan capcanlı bir oyun sahnelendi Diyarbakır'da. İnsafınız kurusun demeye gelen öfkeme sebep de bu.

Bu da yetmezmiş gibi, lahana tarlasına düşmüş tavşan kadar, şen şakraktı benim aydınım. Adorno bu ülkede yaşasaydı ne derdi acaba? Onun ne diyeceğini es geçip, hasbelkader Diyarbakırlı bir şair, Adorno'nun başyapıtı olarak kabul gören Minima Moralia ' yı okurken, nasıl oluyorsa, öyle fazla duygulanıyor ki(!); Minima Moralia'nın sayfalarını çevirirken diye başlayıp süren bir şiir de döktürmüş! Kimse bu güzel kardeşime, Adorno'nun; kitabının üçüncü kısmında (149), ‘ Abartmayın ' dediğini söylemiyor ama: Modern toplumun eğilimlerini eleştirmeye kalkan kişi, daha cümlesini bitirmeden, bu işler hep böyledir veya devran değişmez türünden otomatik bir itirazla karşılaşır. Eleştirmenin heyecanı -ki derhal söndürülmelidir- sadece tarihin değişmezliğini anlayamamasının, herkesin histeri teşhisini yapıştırdığı bir mantıksızlığın ifadesidir. Davacıya, saldırısının gerisindeki amacın kendini yüceltmek olduğu da söylenir: Kendisi için özel imtiyazlar istiyordur, oysa kızdığı şeyler zaten herkesin malumudur, aslında pek de önemsizdir ve bu yüzden kimsenin bunlara vakit harcaması beklenmemelidir. Felaketin apaçıklığı, mazeretçileri için bir artıya dönüşmüştür (herkesin bildiğini kimsenin söylemesine gerek yoktur) ve suskunluk örtüsü altında hiçbir dirençle karşılaşmadan sürüp gitmesi sağlanmaktadır. ( Metis Yayınları.Çevirenler:Orhan Koçak-Ahmet Doğukan )

Eğer ki, salt duygu torbası olmamışsak daha –ki öyle olduğumuzu düşünmüyorum- neden beynimizi gıdıklayan sözler hep arka planda? Düşünce ve duygunun izdivacından tek taraflı bu feragat niye?

Kimse gücenmesin; duygusuz bir insanla düşüncesiz bir insanın bileşkesi her vakit mongolizm'e tekabül eder. Gerisi, hikaye… Ne de olsa, Kadriye, kendi masalına mezar bir kadere (Ailesi de ona 'Kader' diyordu zaten.), pike bir dalış yaptı. Kime ne? Zavallıcığın üç-dört aylık hamile olduğunu da öğrendi- sayemizde- dünya alem: Elde var, iki ölü can.

***

Gücenmesin kimse, yok yok gücensin, bu sözlerin ‘Yazıcısı' da dahil; şu an Diyarbakır'da yaşayan en dipteki insanımızın şu anki estetize olmamış haline dahi, maalesef, erişecek entellektüel bir duruş, ne yazık ki daha olgunlaş(a)madı.

Şimdilik, pas geçiyorum Diyarbakır'ı… Niye ki; İstanbul merkezli entellijensiyanın, kalkıp bir dolu teorik belirlemeyle, kötürümleşen yaraya neşter vurmadığını (Hem hijyenik hem de empatik yeteneği gelişkin olmalı!) doğrusu anlayamıyorum: Beyaz Adam'dan bahsetmiyorum ama! Bu 'insani' talebe, batması muhtemel gemideki herhangi bir mürettebatın telaşı ile baksak bile üstesinden gelinebilir. Nasılsa, birlikten kuvvet doğar: Atalarımız yanlış konuşmaz!

Diyarbakır'ın bu hercümerç içinde, niteliksel bir durgunluğa tekabül eden suskunluğunu entellektüel bir dip dalgasının ayak sesi olarak algılıyorum. Kültürel/düşünsel düzlemde böğründeki devasa potansiyele rağmen neden semeresi ürün düzeyinde silme ketum bir Diyarbakır?

Neden böyle, hiç düşündünüz mü?

Latife Tekin 'den bizatihi duyduğum şu: 'Diyarbakırlı insanların gözlerindeki ışıltı ne kadar da etkileyici .' Ama diyordu ve kaygılarını taşıdığım, yarım yamalak da olsa anlatmaya çalıştığım bir paradigmaya şöyle bir şerh de koyuyordu: 'Ya bu ışıltı doğru bir mecraya akamazsa.. .'. Evet, Latife Hanım'ın Diyarbakır'daki Festival'de bendenize söyledikleri hemen hemen bunlardı. Merak edenler için şunu söyleyebilirim: Gönüllü mihmandarıydım Latife Hanımın. Yazar-mazar da değil(d)im. Yanlış anlaşılmasın, bu tamamiyle kompleks olan durum içinde, mihmandardan da yazar çıkabileceğinin en somut örneği de, yine Diyarbakır'dır! Bu böyle biline! Küçük bir detay daha, Latife Tekin'in, resimle ilgilenen oğluna, hemen konferans çıkışı yürürken söylediği bir söz, doğrusu oldukça etkileyici geldi bana. Latife Hanım, oğluna gökyüzünü gösterip ''Bu kadar mı güzel olur bulutlar?.'' dedi. Bu yazıyı iyi çatabilirsem eğer, Latife Hanım`ın gördüğü o güzelim bulutları tekrar yad edeceğim...

Hazır, insanların gözlerindeki ışıltıdan bahsediyorken, bu ışıltıları estetik ölçütler çerçevesinde kristalize edecek muhtemel yazarlar ve ozanlarla karşılaştırmalı iki ilginç örnek üzerinde fikir cimnastiği yapalım şimdi. Nasılsa boyumuzdan büyük laflar ettik bir kere. Yazarlar, Dublinli James Joyce ile Yunanlı ozan Kavafis . Mekanımız ise, dünya ahret Diyarbakır olsun:

Dublinli James Joyce : Epeydir aklımı kurcalıyor bu yazar... Hakkında pek öyle ahım şahım bilgim de yok. Murat Belge'den okuduklarımdan biliyorum sadece. Ama, belleğimde güzel bir soruya ebelik edecek kadar bilgi mevcut: Ha Dublin ha Diyarbakır diyorum! Bir dönem siyasamızın retoriğine 'Müzmin Meselemiz den' dolayı literatür olarak Joyce'nin İrlanda 'sı zaten girdi. Siyasi mevzular boyumuzu aşar. En kestirmeden, ki mayınlı bir sahada seyrettiğimin de farkındayım. Bana James Joyce'u alkışlayarak selamlayan ve onu bir İngiliz Edebiyat Klasiği yapan koşulların, bu ülke ölçeğinde niçin mayasını daha tutmadığı ( Nasrettin Hoca 'ya özenip, bir düzine kitap çaldım Dicle 'ye ama... Nafile! ) sorusu her dem kafamın içinde bir mermi gibi vızıldıyor: Allah aşkına biri çıkıp söylesin; Diyarbakır'dan bir James Joyce neden çıkmaz?

İkinci sorumuzu da ‘ Kavafis Amca ' üzerinden soralım şimdi: Kavafis'in barbarları -siz buna beyaz adam deyin- beklediği o eşsiz şiiri bilmeyenimiz yoktur. Bir de dönüp öleceği ' Kent 'i de vardı Kavafis'in. Basit bir çıkarsama; Diyarbakır da kadim bir kent. Üstelik çok değerli edipleriyle de namdar. Sormak lazım, bize rağmen Diyarbakır'a gelen beyaz adamın hadi gelirken ki şiirini yazamadık da, peki Kavafis kalibresinde bir şairimiz niçin çıkmadı da ''Beyaz adamın türküsünü'' hala yaz(a)madı?

Eğer ki; somut koşulların somut tahliliyse her hal turnusol kağıdımız, sorarım şimdi size: Diyalektik Diyarbakır'da işlemiyor mu ne? Dublin'de Joyce'lar Yunanistan'da Kavafis'ler vücuda gelirken, Diyarbakır'da tek başına sahne alan Kadriye'ye refakat için el kadar Çocuk Yazarlar mı olacaktı?

Öyle mi?

Yazık!

Hem de çok yazık!

Evet; trajedi yazarının çıkmadığı bir Diyar'dan, bu kadar mı güzel olur dedirten bir göğün altında, her bir eşrefi mahlukatın çıplak gözle göreceği trajediler manzumesi oynanıyor şimdi şehr-i Diyarbakır'da.

 

Aile meclisince alınmış bir kararla, sokak ortasında recm edildi. (2003/Diyarbakır)