Giderek daha az kullanıyoruz bazı kavramları, kelimeleri. Aklımıza daha az geliyorlar ve yaşamın içindeki işlevlerini, doldurdukları yeri “şerefli bir geri çekiliş” olarak adlandırırsak nesnelliğimizi yitireceğimizden korkmamız gereken bir şekilde terkediyorlar. Hızla.
Sorun dille ilgili bir sorun bir yönüyle, dolayısıyla yaşamla. Şairlerin belki de farkedemedikleri şey dilin gittikçe azaldığı, hastalandığı. Bu nedenle de şiir imkansız artık.
Çaresi bulunamayan bir hastalık bu. Çok doğal olarak da dile bulaşan bir hastalık olduğu için yaşama da bulaşıyor. Adetlere, geleneklere, selamlaşmalara ya da alışveriş kültürüne, gündelik dile ve sonuçta edebiyata bulaşıyor.
Reklamlar bu hastalığın asıl sebebi değil ama tezahürü ve en büyük taşıyıcısı. Reklamlar hastalığın ürediği merkez olan kapitalizm ve belki de hastalığın en yaygın görüldüğü liberal kapitalizm tarafından üretiliyor.
Bugün dünyanın her yerinde, sürekli üretilen reklamların hiç birinde biz sıradan insanların “dayanışması ve veya paylaşması” önerilmez. En fazla bizim bir bankayla su satan şirket ya da otomobille dayanışmamız, ya da onların bizimle dayanışması önerilir.
Dayanışma ve paylaşma yalnızca reklamlardan mı soyutlandı yoksa yaşamdan mı ya da dilden mi sorusu da çok değerli bir cevap sunmaz bize. Aslolan bu alanların hepsinde hızla yok olmalarıdır.
Reklamlar soyut bir kısa film, grafik tasarım ya da metin değildir. Dünyanın sahiplerinin bugünü ve geleceği nasıl şekillendirmek istediklerini anlatan manifestolardır. Reklamlar geleceğin ekonomik, politik, külürel sistemlerinin nasıl olacağının dünyanın gerçek sahipleri tarafından bize bildirildiği, duyurulduğu, tanıtıldığı, sevdirilip benimsetilmeye çalışıldığı çok önemli yapıtlardır. Bu nedenle darbe dönemlerindeki hükümet bildirilerinden daha sık okunur, söylenir ve gösterilirler. Bu nedenle dünyanın neredeyse en kabiliyetli ekiplerine yaptırılırlar. Reklamları yaptıranlar havaalanlarını yapan ve fabrikalara sahip olanlar, devletleri yöneten ve futbol kulüplerine başkan olanlar, faizleri ve döviz kurlarını belirleyenlerdir. Onlar dayanışmamızı ve paylaşmamızı istemiyorlarsa biz de dayanışmayız ve paylaşmayız. Böylece dayanışma ve paylaşma yaşamdan yok olur.
Yaşamı ve reklamları belirleyenler aynıdır.
Ayağa kalkması ve ateşi bulması insanın diğer hayvanlardan ayrılan yönlerindendir. Konuşması ve oyun oynayabilmesi bana göre daha da belirleyici birer insani özelliktir. Ateşi bulmasaydı insan bugün oyun oynayacak, şaka yapacak ve şiir yazacak çok daha az sayıda insan kalırdı herhalde, ancak salt ateşi bulup ayağa kalkmakla yetinseydi o insan bugünkü insandan çok farklı bir şey olurdu. Şiir okuyamazdı örneğin, yazamazdı da.O insan olsa olsa reklamların bir yüzyıl sonrası için tasavvur ettiği ve inşa etmeye çalıştığı şey olurdu.
Kelam kutsaldır. Söz uçmaz. Yazı uçmaz.
Konuşmak kutsaldır. (hava durumu ve maç sunucularını, reklam seslendirenleri, postmodern kuratörleri bir tarafa bırakacak olursak)
Belki de bu nedenle bütün öğretiler, bütün dinler, uzak doğu ve batı felsefesi “az” konuşmayı, bir başka deyişle dili ekonomik kullanmayı öğütler.
Konuşmayı alınır satılır bir metaya dönüştürdüler. Cep telefonları icad olduktan sonra bugüne kadar dünyada varolmuş bütün öğretilerin tersine bir mesaj vermeye başladı reklamlar: Daha çok konuşun, konuşun, konuşun, durmadan konuşun.
Dayanışma ve paylaşma kelimlerinin manalarını hatırlıyoruz ama kavramları nasıl uygulayacağımızı unuttuk. Eskiyen eşyalarımızı eskiden alamayanlara verirdik, eskiyen eşyanızı geri getirin yenisini daha ucuza alın kampanyalarından sonra unuttuk. Kelimeler kirlendi. Özgürlük deyince aklımıza bir cep telefonu ve özgür bir kız geliyor. Eskiden başka şeyler gelirdi. Kelimeler kirlendi, battal oldu.
Peki biz ne konuşacağız. Birbirimizle konuşmayı da unuttuk, konuşmayı da unuttuk, peki biz şimdi ne konuşacağız.
Onu da söyleyin bari. Ne giyeceğimizi, ne yiyeceğimizi, hangi arabayla nerede tatil yapacağımızı söylüyorsunuz. Ne kadar konuşmamız gerektiğini söylüyorsunuz ne konuşacağımızı da söyleyin ki bol bol konuşalım ve hatta daha da çok konuşalım, öyle konuşalım ki kontürler yetmesin. Nasılsa kirlendi kelimeler.
Özgür kızdan sonra hiç bir şair “özgür” kelimesini kullanamayacak hiç bir şiirinde.
Olağanüstü yaratıcılıkları örneğin kadını ağzında bir fallik simgeyle yaşamını sürdüren bir yaratığa dönüştüren reklamlar kelamın hiç bir kutsallığını bırakmadılar “bağıra bağıra”. Çölleşen edebi alan da bize aralıksız pazarladıkları ürünlerden biri yalnızca.
Herkesin “farklı, önemli ve biricik olduğu” yalanıyla günümüzün insanını o kadar aynılaştırdı ki reklamlar, yapılan bir araştırmada 11 ve 19 yaş arası gençlik tarihin hiç bir devresinde bu kadar aynı olmamış; aynı hamburgeri yiyen, aynı kotu giyip aynı kolayı içen...
Sonuçta reklamlar kadını bir porno figürü olarak kullanmaya, tüm eski buzdolaplarını toplamaya kara vermiş olabilir. “özgürlük” bir telefon firması ve hiç tanımadığı bir coğrafyada hiç olmadık şekilde gezen bir kızla ve “ideal” bir banka kartıyla özdeşleşmiş ve şiir imkansız hale gelmiş olabilir.
Ancak yaşam şiirsiz olabilir mi.
İlhan Berk olmadan evrende insani ve insanla alakalı bir şey yapmak olası mıdır. Düşününüz lütfen, yaşamın tarifini düşününüz; ellerinde palalar ve döner bıçakları, bombalar ve tabancalarla haklarını arayan kalabalıkları, güçlünün belirlediği, linçin gündelik olay haline geldiği yaşamımızı düşününüz, bizi sürekli taciz eden bir ses ve görüntü bombardımanını düşününüz. Bu bizim günlük yaşantımızdır. Bu postmodern hayatın resmidir. Bu içinden İlhan Berk veya bir başka söyleyişle şiir düşüldüğü zaman yaşamın toplamıdır. Hepsi budur hayatımızın. Bu süreçte çok katlı binaların havalandırmalı salonlarında tartışılan “pack shot”ların payı olabilir en azından bu olasılığı gözden geçirmek zorundayız. Şiiri; dayanışmayı ve paylaşmayı öldüreni bulmak zorundayız. Maktül yerde yatıyor, zavallı ayaklarımızın dibinde.
Şiiri öldürdüğünüzde bütün yaşam alanlarını da yeniden tarif etmeniz gerkekir; evi ve sokağı da, kenti ve yurdu da...
Sokak eskiden kucaklaştığımız, konuştuğumuz ve oyun oynadığımız ve paylaştığımız yerdi, şimdi korktuğumuz bir yere dönüştü, birbirimizi görmemeye çalışarak evlerimiz kaçtığımız ve pek bakmadığımız bir alan. Bütün bunlar biz büyüdüğümüz için böyle değil. Ya da çocuklarımız da çocuk olmadan, çocukluklarını yaşamadan büyüdüler. Sokaklardan kaçarak vardığımız evlerimiz, alarm sistemleri ve duvarları, doberman ve ışıldaklar bizleri korumayacak, londra'yı, madrid'i, new york'u korumadığı gibi.
Gece yarısına kadar sokakta oynayan ve mandalin çiçekleri gibi kokusu hala burnumuzda tüten çocukluğumuzda bizi köpekler korumadı, şimdi çocukların cebine çok konuşmalarını bağıra bağıra emrederek koyduğumuz özgür kızın telefonları da çocuklarımızı korumayacak.
Bizi koruyan şiirdi, ilhan berk'ti, cemal süreya, antonioni, nazım hikmet, john lennon koruyordu bizi. Kelamın kutsallığı ve paylaşma, dayanışma koruyordu bizi.
Hafızası olmayan bir aterina sürüsüne dönüşmemizin önemli sebeplerini bulmak ve aramak zorundayız. Bozulma yalnızca tavuklarda, sulak alanlarda, ormanların kalitesinde değil. Sosyal alanda da çok benzer hastalıklar var. Bunların sebeplerini aramak zorundayız. Hem de düşünmemizi, karar vermemizi, insan olmamızı sağlayan araçların da elimizden kaydığı bir süreçte.
Yaşamın varlığı ve sürmesi için gerekli sosyal ve ekolojik alanlarını nelerin tahrip ettiğini ortaya çıkarmak zorundayız. İçinde yaşadığımız global liberal ucubenin hem çevresel hem de sosyal anlamda olağanüstü fazla, geri dönüşümsüz ve depolanması olanaksız, zararlı atık çıkardığı ortada.
gökyüzüne bakın kara bulutlarda bu atığın bir kısmını göreceksiniz, karşı kaldırımda tutkal koklayan çocuklar da bir diğer kısmı. Dayanışma ve paylaşma azaldıkça gök daha kararacak ve daha çok çocuk tutkal koklayacak.