Amerikalı
fotoğrafçı Joel-Peter Witkin (Brooklyn, New York, 1938) en hafif
ifadeyle izleyiciye “yorucu” imgeler sunuyor. Witkin’i izlerken
ölüme, yaşama, dinlere, sanat tarihine, bedene, acıya ve hazza dair
karmaşık bir problem yumağıyla yüz yüze geliyoruz.
İspanyol meslektaşım Joan Fontcuberta’nın da
(Photovision dergisi editörü) ifade ettiği gibi şu içinde bulunduğumuz
son çeyrek yüzyılda dünya “absürd” çağından “dehşet” çağına geçti.**
Bunda kuşkusuz Amerikan tarzı aşırılıkların globalleşen kitle
iletişim araçları kanallarıyla dünyaya yayılmasının büyük bir
rolü var. Artık her an yeni yeni sapkınlıklar, aşırı sosyallikler
duyuyoruz ve neredeyse şaşırmaz duruma geldik. Televizyonlar ve
gazeteler bu dehşet manzaralarıyla dolu.
Witkin’in sanatı, belki de en temel olarak bu
“absürd”den “dehşet”li olana doğru dönüşen sosyal/kültürel atmosferden
beslenir. O gerçekdışı halelerin gerisinde, onun fotoğraflarında
yaşadığımız dünyanın tuhaf, tekinsiz ve karanlık taraflarına yönelik
bir ayna, oldukça stilize edilmiş bir formda tutulmaktadır.
Kadavraları,
olağandışı bedenleri, travestileri, çeşitli fetişist nesneleri
ve hayvanları fotoğraflarında kompoze eden Witkin’in sürekli olarak
aşırı, uç veya ölümcül şeylere yönelmesinde sanırım Amerikan toplumunun
bir üyesi olması kadar, yaşadığı kişisel deneyimlerin de belli
bir rolü vardır. Henüz küçük bir çocukken evlerinin önünde bir
trafik kazasına tanık olur. Bir kız çocuğunun kafasının kopup
savrulduğunu görür. Bu geleceğin fotoğrafçısını derinden sarsan
bir sahnedir. Yine o yıllarda babası ona Life ve Look dergilerinden,
Daily Mirror’dan veya News’ten bazı fotoğraflar gösterir. Aralarında
sözsüz, bakışlarla sürdürülen bir diyalog vardır. Bir camcı olan
babası asla bu fotoğrafları çekemeyecektir. Oğlunun, onun adına
bir gün bu alana yönelmesini ummaktadır. Küçük çocuk da babasına
bakışlarıyla “Evet, yapacağım” demektedir.
Daha sonra, Amerika’nın çeşitli eyaletleri ve
Avrupa ülkelerinde sürdürdüğü askerlik hizmeti boyunca (1960’ların
ilk yarısı) bir foto-teknisyen ve belgesel fotoğrafçı olarak yaşadığı
deneyimler de onun sanatsal yolunun çizilmesinde etkili olacaktır.
Bu dönemde Witkin, çeşitli trafik kazalarında veya intiharlarda
ölen birçok askerin cesedini görüntülemiştir. Tanık olduğu ölümler
onu rahatsız etmemektedir. Sanatçıya göre “ölüm değil, asıl şiddeti
kurumsallaştırmaya yönelik insan kapasitesi rahatsız edicidir.”
Union
School of Art’ta (New York) ilk olarak heykel eğitimi almış olan,
New Mexico Üniversitesi’nde (Albuquerque) fotoğraf ve sanat tarihi
alanında öğrenim gören, Columbia Üniversitesi’nde burslu olarak
şiir üzerine araştırmalar yapan Witkin, köklü akademik birikimini
mistik bir duyarlılıkla birleştirebilmeyi başarmıştır. Sanatçı,
gençlik yıllarında Yoga öğrenmek üzere Hindistan’a seyahat etmiş,
Doğu dinlerine yönelik ilgisi sürekli canlı kalmıştır. Witkin,
yaşadığımız çağda “her gün biraz daha fazla merak, gizem ve yazgı
duygusundan kopar hale gelmemizi” üzücü bulmaktadır. Bu nedenle,
geniş bir sanat kültürüyle yoğrulmuş olan Witkin’in, Batı’nın
büyük başyapıtlarını parodileştirdiği çalışmalarında hep bir dinsel/mistik
taraf bulunmuştur. O, sanatını kişisel arınması için bir araç,
öldüğünde ilahi sunakta Tanrı’ya sunulacakyakarışlar olarak görür.
Bu yapıtlar aynı zamanda, reklam kültürü yoluyla sürekli güzel,
kusursuz, pürüzsüz olanı ön plana çıkaran modern toplumların ikiyüzlülüğüne
karşı, dinsel bir argümantasyon kadar tüm sanat tarihinin yapıbozumundan
gücünü alan eleştiri öğeleri olarak da alınabilirler. Aynı zamanda
Witkin’in fotoğrafları kendi kurgusallıkları içinde mizahidir.
Witkin’e göre “mizah yaşamın sürdürülebilmesini sağlayan temel
insan özelliğidir. Eğer insanlar şeylerde mizahi bir taraf göremezse,
gerçekliğe yaklaşımlarının büyük bir kısmı eksilir.”
Witkin’e
göre yaşarken “her dakika bir ahlaki karar anıdır. Her birimizin
kalbinde bir moral şifre vardır, bu yazgı ve yazgının hedefini
bulmaya yönelik bir sorudur. Hayat bir sınav yeridir. Yüce bir
sınav alanı olması gerekir.” Sanatçı bu sınavın bilincini her
zaman zihninde taşır. Fotoğrafları bu içsel muhasebelerin, ruhsal
yolculukların ve araştırmaların izdüşümüdür. Witkin’in spiritüel
arayışına teknik bir arayış eşlik eder. Fotoğraflarının kimyasal
yapısında (Witkin giderek dijitalleşen fotoğrafçılık alanında
hâlâ geleneksel teknikleri kullanmaya devam ediyor), filmlerinde
ve baskılarında bazı bilinçli deformasyonlar, oynamalar yapar.
Witkin’in yarattığı fotoğrafların estetik değeri salt onların
içerdiği kompozisyondan kaynaklanmaz. Teknik tercihleri de onun
üslûbunun ayrılmaz parçalarıdır. Mesela, Witkin kompozisyonlarının
sahip oldukları teknik vasıflardan ya da bir tür olarak fotoğraftan
sıyrılarak ele alındıklarında nasıl bambaşka şeyler haline geldiklerine
örnek olarak Mustafa Horasan’ın yağlıboyalarını alabiliriz. Bilindiği
gibi, Horasan Witkin’in bazı fotoğraflarını model olarak almış,
bunlara dayanarak yağlıboya çalışmalar yapmıştı. Bana göre, kuşkusuz
bu yapıtlar da çıkış noktaları olan modelden ayrı olarak, başlı
başına sanat değerine sahipler. Ama onlar artık bambaşka şeyler,
her şeyden önce “resim”dirler ve resimsel bir değere sahipler.
Alımlayıcıya yaşattıkları duyguların da –her ne kadar böylesi
şeylerin ölçülüp tartılabilmesi pek mümkün olmasa da- tamamen
farklı olduğuna inanıyorum.
***
Witkin bir travestiyi alıp Venüs konumuna yerleştirdiğinde
veya bir cüceyi Daphne yaptığında, dönüp Batı Avrupa’nın, özellikle
onun kaynağı olan Antik Yunan’ın sanat, mitoloji ve düşünce geleneğiyle
uğraşırken belki de şu veya bu düzeyde bu geleneğe karşı duyduğu,
bazı toplumsal ve felsefi dayanakları olan öfke duygusu kadar
tamamen kişisel cinsel obsesyonlardan da esinlenmektedir. Ne kadar
doğru bilmiyorum, kulağıma gelen bazı rivayetlere göre Joel-Peter
Witkin ilk cinsel deneyimini bir hermafroditle yaşamıştır. Mutlaka
psikiyatrlar ve psikanalistler bu ilk deneyimin genç bir erkeğin
bilincinde açacağı yaraları kabul edeceklerdir.
Bu ve benzeri yaşantılar Witkin’in sürekli “normal” dışı seksüel
bireyleri veya onların edimlerini anlatmayı tercih etmesinde etkili
olmuş olabilir. Hiçbir sanatçının yapıtı içinde bulunduğu sosyal
bağlamlardan, yaşantılardan azade değildir. En sofistike, dolayımlı
sanatsal üretimlerde dahi bu süreç işlemektedir. Sanırım, Witkin
örneğinde sosyal pratiklerle sanatsal ifade yolları arasındaki
bağlantı olgusu çok daha belirgindir.
Dünyanın dört bir yanında tuhaf, akıl-dışı, sapkın,
ayrıksı bireyleri fotoğrafik kompozisyonlarına dahil etmek üzere
araştırmakla; morgları birer fotoğraf stüdyosuna çevirerek, aşırılığın
sıradan ve gündelik hale geldiği imgeler kurarak geçen bir ömür...
Neden? Bu soru yerinde değildir. Edebiyatçılar aynı imgeleri edebi
düzeyde niçin kuruyorsa, sinemalar korku ve kâbus filmlerini niçin
gösteriyorsa, bu ayrıksı manzaralar kutsal metinlerde, resmi evraklarda,
gazete sayfalarında, televizyonlarda niçin tasvir ediliyorsa;
ya da neden Witkin’in fotoğraflarını gördüğümüzde en ince ayrıntısına
kadar onları inceliyor ve albümlerinin sayfalarını peş peşe çeviriyorsak
Witkin de aynı güdülerle bu tür yapıtlar üretmeye yönelmiş olamaz
mı? Sonuç olarak aynı görüntülere bakmaya devam ediyorsak Witkin’i
ve bizi baştan çıkaran öğeler aynı demektir. Dolayısıyla “neden”
sorusu ontolojik dayanağını yitirmektedir.
*Araştırma Görevlisi, Anadolu Üniversitesi, Eskişehir
** Bkz., Photovision, Madrid, Sayı:19