Bazı,
şiir doğduktan sonra senden bağımsızlaşan bir bebeğe benziyor…
Büyüyor, başkalarıyla iletişime geçiyor, kendi yaşamını sürdürüyor.
Senin denetimin dışında hiç bilmediğin başkalarına ulaşıyor. Onun
nerelere yolculuk yaptığını, kimlerin odasına, kimlerin kalbine
girdiğini, gittiği o yerlerde nasıl ateşler yaktığını, nasıl fırtınalar
kopardığını çoğu kez bilemiyorsun.
Dünyaya getirdiğin bu bebek, bazen gözyaşlarıyla ıslanan o içli satırlar; zalim, kalem kıran yargıçların eline de geçebiliyor. Bazen kıskanç, tedirgin, seni kendi tahtlarına engel gören yazarlara gidiyorlar…Aşık kıskançlığını andıran bu kıskançlığın yarattığı gürültüden, aslında senin sesindeki titreyişleri duyamayanlara…Bu yazarlar, cümlelerini okurken çoğu kez yanlış okuyorlar, içlerindeki öfke ve nefret, aşıkları gibi gördükleri okurlarını ellerinden almaya çalıştığın duygusu, onları yanıltıyor. Okurlara dair bu duyguyu sen de tanıyorsun; onlarla kurduğun ilişki öylesine kutsal ki onların gönlünde kurduğun yere giren başkaları seni tedirgin ediyor. Yazıyla kurduğun aşka benzer ilişkinin bir sonucu bu...
Yazdıkların sen öldükten sonra bile sürecek bir hayat yolculuğunda sayısız sevgi ve sayısız reddedişle karşılaşıyorlar. Onların beğenilmemesi, bazen bir sevgili tarafından reddedilmek kadar acı verici… Kimi kez neden beğenilmediğini anlayabiliyorsun… İçindeki sesi aslında sözcüklerin kavrayamadığını, onu tam ifade edemediğini fark ediyorsun ama bazen dünyanın en güzel şiirini, en güzel metnini yazığın duygusuna kapılıyorsun ve karşıdan gelecek sesi heyecanla bekliyorsun... Sonra birileri “iyi olmuş, fena olmamış” diyor ve birden çıktığın narsist tepelerden düşüyorsun. Bazen hiç ummadığın bir yerde, hiç ummadığın bir şiirle büyük bir ateş yaktığını fark edip şaşırıyorsun. Yazdığın iki dize dillerden düşmez oluyor; ona her köşebaşında rastlıyorsun. Belki bir şarkı oluyor ve bindiğin takside seni tanımayan bir şöförle birlikte, içinden bir gülümseyişle onu dinliyorsun.
Yazdıkların senden o kadar bağımsızlaşıyor ki başkalarına gittiklerinde başka birisi oluyorlar. Tıpkı bir insanın başka insanlarda yarattığı değişik algılar gibi...Herkes sana dair kendi okumasını yapıyor. Yazdıklarında senin fark etmediğin gizler buluyorlar. Senin ruhunun ta derinliklerinden gelen, sonraları senin bile “ben bunları nasıl yazdım?” dediğin o dizeler başkalarına gittiklerinde onların tanımsız iç çekişleriyle, geçmişe dair gönül kırıklıklarıyla buluşabiliyorlar.
Sonra birileri bir geceyarısı, gözyaşları içinde telefon edip ruhuna saldığın sıcaklıktan, sende keşf ettiği tanıdıklıktan söz edebiliyor...
Bazen okurlarla, onların, seninle kurdukları bu çok özel akrabalıktan doğan talepleriyle başa çıkamıyorsun. Onlara sevgi ve incelikle davrandığında tedirgin edici bir şefkat açlığı, üzerine doğru geliyor...Kimi kez, onları kırabiliyorsun; çünkü ilk kez gördüğün bu insanlar kitaplarınla geçirdikleri saatlerden ötürü seni uzun süreli arkadaşları, akrabaları hatta sevgilileri sayabiliyorlar. Ve birden o karşılaşma anında onlara fırlattığın uzak bakış, yaralayıcı bir ok gibi kalplerine saplanıyor.
Bazen yazdıklarını kendi dünya algılarına, sürdürdükleri saltanatlara engel olarak görenler de oluyor. Bu tehlikeli nesneleri nasıl yok edebileceklerine dair planlar yapmaya başlıyorlar…Yazıların cezalandırılıyor. Onlar yüzünden seni bir hücreye kapatıyorlar.
Yıllar öncesinde, Lefkoşa'nın göbeğindeki bir hücrede geçen böyle bir 16 saat anımsıyorum. . O karanlık hücrede ağlıyordum. Korktuğum için değil sadece dünyada böylesi yerler bana hakaret edip aşağılayan polisler gibi insanlar olduğu için. Çocukluğumda o sömürgecilerden kalma polis merkezine yakın bir yerde otururduk. Oranın önünden geçerken hep şöyle düşünürdüm: Başka insanlara zarar veren, onları öldüren insanları buralara koyarlar. O hücrede birden o çocukluk anısı gelip yakaladı beni ve kafamdan şunlar geçti: Ben tam tersi bir nedenle, insanlar başka insanlara zarar vermesin, birbirlerini öldürmesin diye uğraştığım için oradaydım.
Yazmak insanın başına iyi, kötü ne getirirse getirsin, önüne geçilmez bir istek. İçini ürperten yalnızlığın, uzaklarda bilinmez yerlere ulaşıyor; oralarda senin kitabının sayfaları arasında kaybolan birileri ruh ürpertilerini hissedebiliyor...
Yazarken genellikle geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyorsun...Geçmiş ki yarım kalmışlıklar mezarlığıdır. Söylememiz ya da söylemememiz gereken sözlerin öylece kaldığı, elimizden kayıp gittiği, belleğimizin bir yerine kaydedildiği yerdir ve acımasız bir eziyetle durduğu o yerden bir türlü silemeyiz onu...
İşte şiir oraya bakarken çoğalan imgeler bulur. Oradaki acıya dokunur. Şiir, varoluşun anlamını derinleştirerek her türlü sosyal, antropolojik, politik analizin ötesine giden detayları getirir. İnsanlık durumunu derinden bir kavrayışla anlatır. Bir şiir dizesi bizi çocukluğun soğuk gecelerine götürür. Bu yastığı ıslatan gizli gözyaşlarına, zalim dünyanın acımasız günlerinin yarattığı korkulara bir yolculuktur...
İtiraf etmeliyim ki ilk kez bir şiir jürisinde yer alıyorum. Kuşkusuz daha önce bana dosyalarını getirip fikrimi soran çok şair adayları olmuştur. Onlara bazen şu anekdotu anlatırım: Şair adayı ustaya “iyi şiir yazmak için ne yapabilirim?” diye sormuş. Usta:”Git yüz şiir ezberle” demiş. Şair adayı ezberleyip gelmiş ve “Şimdi ne yapayım?” diye sormuş. Usta:”Şimdi hepsini unut” demiş.
Şiirlere bakıp bir eleme yaparken insan kendini kötü hissediyor. Postadan bana ulaşan paketi açıp oradaki yüzlerce şiire bakarken:” İşte baskı ve yasaklar altındaki bir halkın ruh haritası!” dedim. Bu şiirler isyan ediyor, yakınıyor, elden alınan mutlulukları arıyorlar, insanın içini acıtıyorlardı... Onları yazanları, hiç tanımadığım o insanları, şiirleri yazdıkları anlardaki iç sızılarını, yarışmaya katılmak üzere postaya verirken yaşadıkları heyecanları, besledikleri umudu düşündüm. Şiirler arasından kendimce bir seçme yaparken şiirin ne olduğunu anlamış olanlara, geri plandaki kültürel, entellektüel doygunluğa ama bir yandan da kendini çıplaklıkla ele verme cesaretine baktım... Ama aslında bu ne kadar adil bir seçim? Dünyada hiçbir jüri tam anlamıyla adil olamaz. Bu sadece bir yere bakıp orada ışığı daha parlak gibi görünenleri ayırmak gibi...
Dereceye giremedikleri için üzülenlere şunu söylemek istiyorum: Aslolan şiirdir ve onunla kurulan ilişkidir. Şiirin insana en büyük ödülü yalnızca kendidir. Yazmaya devam ediniz. Şair olmak, ödül kazanmak için değil ama yalnızca şiir için... Gerçek bir şair olmak istiyorsanız şiiri hayatta herşeyin önüne koyunuz ve sözcüklerle tutkulu bir aşk yaşayınız...Şiiri büyük bir içtenlikle, bir sevgiliyi sever gibi sevip sakınınız; onu bir şöhret ya da bir statü aracı gibi değil ama özel bir arkadaş gibi görünüz... O birgün size, ona duyduğunuz sevgi ve bağlılık, gösterdiğiniz özenden ötürü büyük bir ödül verecektir.
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz