Bir zamanlar oldukça zeki, akıllı ve yakışıklı bir kurt varmış. Bu kurt o kadar uzun süre aç kalmış ki açlıktan ölmek üzereymiş. Ormanda yürürken birden bir yemek parçasının ona doğru yaklaştığını görmüş. Fakat ne var ki bu, kırmızı bir pelerin giyen kırmızı başlıklı bir kızdan başkası değilmiş. Kız elinde bir sepet taşıyormuş. Kurt hemen planını yapmış: ''Kıza yaklaş ve onunla konuş.'' Kız ona ormanda yaşayan hasta büyükannesini görmeye gittiğini söylemiş. Kurt kıza “hoşça kal” demiş ve kızdan önce büyükannenin evine doğru yola koyulmuş...
Ne kadar da zekiymiş! Büyükanneyi bağlamış, gardrobun içine saklamış, onun kıyafetlerini giymiş, yatağına yatmış ve en sonunda küçük kız gelmiş...
Sanırım anlattığım kadarıyla; hikayenin geri kalanını anlatmak istediğimi; fakat sizi en sonunda ne olduğu hakkında düşünmeye davet ettiğimi anlamışsınızdır.
Zavallı kurt bir avcı tarafından öldürülmüş. Bütün orman kurdun ölümüyle yasa boğulmuş ve o günden sonra o kulübenin önünden her kim geçerse geçsin öldürülen kurda üzülmüş ve bu zeki ve cesur şehidi anmış.
Yazımın başında bu masaldan yararlandım; çünkü çatışma önlemesinde neden birbirinden farklı bazen de neden birbiriyle yarışan öykülerimiz olduğu hakkında bazı fikirler öne sürmek istiyorum. Benim düşünceme göre; öykünün gidişatı baş kahramanının kim olduğuna göre değişir.
Bu arada hikayenin bu versiyonu bir kurt anne tarafından bir kurt bebeğe anlatılmıştır.
Birbirleriyle çelişen öğeleri barındıran öykülerde; aktörler genelleştirilmiş ''biz''i ve ''ötekiler'i temsil ederler; bunlar çoğu durumda ulus,toplum ve kimlik gruplarıdır.
Çatışmalı ülkelerde bütün diğer kolektif kimlikler etnik kimliğin gölgesinde kalır. Etnik ötekine dair bir bilinçlenme sosyalizasyon sürecinde verilen en önemli eğitimdir.. Etnisite çok görünür kılınmıştır… Ait olduğumuz bu kategoriye genelde vurgu yapılır. Ulusal anlatılar bizim bu kategoriye olan bağlılığımızı garanti etmek bizi ''iyiler'' ötekileri de ''kötüler'' olarak göstermek için elindeki tüm imkanları kullanır.Bu anlatılarda Bizler kurban onlar ise zalimlerdir.
Etnik çatışmanın olduğu bir ülkede yaşamak belli kurallara uymak zorunda olduğunuz anlamına gelir. Kabul etmeniz gereken ilk kuralsa bu çatışmada taraf tutmak zorunda olduğunuzdur. Çatışmanın mantığı, hangi kategoriye girdiğimiz hakkında bize nasıl düşünmemiz gerektiğini dikte eder. Çatışma, genellikle düalist düşünme dediğimiz yöntemle; yani bize karşı onlar, düşmanlar, ötekiler yöntemiyle, desteklenir. Siz bir birey olarak bir kategorinin içindesiniz ve sizden beklenen şeyse bu spesifik kategorinin sınırları çerçevesinde hareket etmenizdir. İşte bu da bizi bir seçim yapmak zorunda bırakan ''biz ve onlar'' yaklaşımıdır. Aslında burada bir seçim bile yoktur. İçinde bulunduğunuz kategori doğduğunuz an belirlenmiştir. Size bir isim verilmiş ve siz içine konduğunuz bu ilgili kategorinin sınırları içerisinde hareket etmek ve taraf tutmak zorunda bırakılmışsınızdır. Ulusal kimliğinizle bir ortama girdiğiniz zamansa, sizden ulusal kimliğinizle gurur duymanız ve gene bu ortam içerisinde değer verilenle tarihsel düşmanınızı tanımanız beklenir.
Peki ya eğer düşmana yaklaşıp gerçeğe onların bakış açısından bakmaya çalışırsanız? Ya eğer ikisi hakkında bir bütünlermiş gibi konuşup diğeriyle empati kurarsanız ve onların acılarını da anlamaya çalışırsanız? Eğer bu şekilde davranırsanız, siz bir vatan haini, bir ajan, düşmanın sözcüsü olarak adlandırılıp kendi grubunuzdan dışlanırsınız.
Onlar tarafından kurban edildiğimiz geçmişin anlatıları v ve günümüzün büyük anlatısına eklenip bir gün geçmişe ait olup bize yakın tarih olarak sunulacak anlatılar bugün bizim haklılığımız ve onların haksızlığını kanıtlamanın araçları olarak işlev görürler.
Bu anlatış biçimi bu arada görsel öğelerle, fotoğraflarla ulusal müzelerle de desteklenir. Bu noktada tarihsel öykülemenin Türk versiyonuna da hizmet etme ve destek verme amacıyla Kıbrıslı Türklerin kurduğu Kuzey Kıbrıs'taki ''Barbarlık Müzesi''nden bahsetmek istiyorum. Bu müzenin en önemli özelliği vahşetin gerçekleşmiş olduğu esas yerde kurulmuş olmasıdır.
Çoğu çocuk müzeye ve vahşetin gerçekleştiği noktaya ilk ziyaretlerini ilkokuldayken yapar. Fotoğrafta da görüldüğü gibi; anne ve çocukları küvette saklanırken öldürmüşlerdir. Resmi bir Türk Kıbrıs internet sitesi müzeden şöyle bahsediyor:
''Tarih 24 Aralık 1963...Yunanlıları Türklere karşı üç gün önce başlattıkları saldırı tüm vahşetiyle devam ediyor; savunmasız kadınlar, yaşlı adamlar ve çocuklar Yunanlılar tarafından vahşice katlediliyorlar. Ve Lefkoşa Kumsal semti Yunan vahşetinin en kötü örneğine şahit oluyor...''
Kıbrıs Türk alayında binbaşı olan Dr. Nihat İlhan'ın eşi ve üç küçük çocuğu, Rum barbarlığının en kötü örneğini sergilercesine, küvette saklanırken çılgına dönmüş Rumlar tarafından vahşice ve acımasızca öldürülmüşler.
Ölü anne ve çocukların fotoğrafı; Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklere uyguladıkları psikolojik şiddetin neredeyse sembolü ve dünyadaki mezalim fotoğraflarından biri olarak propaganda ve lobicilik için en temel araçlardan biri haline gelmiştir. Bu fotoğraf, kurban edilmenin bir sembolüdür. Kurbanlarsa hayattaki en masum şeyler: anne ve çocuklardır...Sadece kendi evlerinde saklandıkları için öldürülen anne ve çocuklar.
Bu korku hikayesi, müzenin ziyaretçileri tarafından tam noktasında yaşanır; başka bir deyişle ''tecrübe edilir''. Her şey o gün olduğu gibi bırakılmıştır: kan lekeleri, saç ve kıyafet parçaları, çocukların ayakkabıları...
Müzenin diğer odaları da ölü fotoğraflarıyla doludur. Müzenin bir diğer çarpıcı özelliği ise olaydan sağ kalanlar için bir yaşam yeri olması. Yusuf Güdüm, müzenin odalarından birinde yaşıyor. İçinde eşini kaybettiği bu bina ona ait. Ziyaretçiler geldiğinde odasından çıkıp olayı anlatıyor.
Böylesine gerçek bir hikayeyi dinlemeye bile nasıl katlanabiliriz ki? Bir anne ve onun üç çocuğu zalimce öldürülmüşler.
Problemse hikayenin nasıl anlatıldığıyla ilgili. Çünkü bu olay bir grup insanın bir suç olarak ve ya başka bir toplumun bir bütün olarak bizim toplumumuza karşı işlediği bir cinayet olarak gösterilmiyor. Bu olay; hikayenin baş rol oyuncusuna, sonsuza kadar kötü kalacak olan düşmana, genelleştirimiş ''öteki''ne ait.
Kıbrıs'taki her iki tarafın da anlattığı tarihsel anlatılar birinin bir diğerine yaptığı zulümlerden ibaret. İşte bu yüzden Kıbrıs Türk anlatıları esas olarak Kıbrıslı Türk nüfusa yapılan zulümlerin başlangıç tarihi olan 1963'te başlarken Kıbrıs Rum anlatıları 1974 yılına, diğer bir deyişle Türk ordularının adanın kuzey kesimini işgal ederek adayı bölmesine ve 1974 çıkartmasının Türk kesimi tarafından ‘'Mutlu Barış Operasyonu'' olarak adlandırırken Kıbrıslı Rumların kurban edilmesine, dayanıyor.
Kıbrıs Türk kesimi 1974 Çıkartmasını bir çeşit intikam olarak haklı gösterirken Türkiye kurtaıcı olarak adlandırılıyor.
Eğer yakın Kıbrıs tarihinde geçen olayları sıralarsak bir taraf için matem ifade eden günlerin diğer taraf için bayram anlamına geldiğini görürüz.
Uzun vadeli çatışmaların bir diğer problemi ise her iki tarafın da kendi içlerinde bulundukları çatışma durumlarını anlatan özel bir sözcük dağarcığı geliştirmeleri. Bu durumda en masum sözcükler bile başka anlamlarla ilişkilendirilmeye başlanır. Sözcükler taraf tutmaya başlar ve yeni bir çatışma için tetikleyici bir unsur olurlar. Zaten çatışma içindeki bir ülke denildiğinde akla gelen ilk şey de güzel sözcüklerin çatışma durumu tarafından kullanıldığı yer olduğudur. Barışın savaş, zaferin karşı tarafın haklarının ihlali demek olduğu, birçok masum sözcüğün bazı düşünce kategorileriyle bağdaştırıldığı ve buz dağının en dibinde duran sözcüklerin bazı duygularla, ilgilerle, değerlerle ve dipte duran özel bir tarihle bağdaştırıldığı yer. Bu durumda sözcükler özgün anlamlarını kaybeder ve hayattaki ayrılıklarla anılmaya başlanırlar. Böylelikle pek çok sözcük belli bir grup düşünme sistemiyle ilişkili hale gelir.
Bu özel dilin yayılma araçları ise bellidir: okullar, medya, politikacı konuşmaları. Bunun farklı olduğunu iddia etmekse oldukça yersizdir. Çünkü artık bu doğal bir hal almıştır. Artık her yerdedir. İki farklı tarihsel anlatıyla, belli tarihi olaylara verilmiş farklı isimlerle ve bir diğerini tetikleyen sözcüklerin farklı kullanımıyla güdülenmiş iki tarafı nasıl sorunlarını çözmeleri için bir araya getirebilirsiniz ki? Bence öncelikle çözüme ihtiyacı olan sorun da bu.
Öncelikle her iki tarafın da birbirine yaptığı mezalimlerin tarihsel anlatımıyla başa çıkabilmek için Kıbrıs'ta iki toplumlu bir grup olarak nasıl çalıştığımızı örnek olarak vermek istiyorum; daha sonra gördükleri ilk Kıbrıslı Türk olarak, bir Kıbrıs Rum okulunda Kıbrıslı Rum öğrencilere yakın Kıbrıs tarihini anlatırken edindiğim tecrübelerimden bahsedeceğim.
1999 Eylülünde her iki tarafın da ulaşabileceği tampon bir bölge olan Pile köyünde bir dizi etkinlik düzenledik. ‘Eylül Projesi'nin amacı ‘birbirimizin acısını anlamak ve beraberliğimiz kutlamak'tı. Bu projenin bir etkinliği de her iki tarafın da yaptığı mezalimler hakkında bir panel tartışmasıydı. Konuşmacılardan, kendi taraflarının karşı tarafa yaptıkları mezalimler hakkında konuşmalarını istedik. Yaklaşık yüz kadar dinleyicimiz vardı ve panelin sonunda bütün katılımcıları, Kıbrıs tarihinde meydana gelmiş olan bütün savaşlarda hayatlarını kaybetmiş olan Kıbrıslı Türk ve Rum kurbanların anısına bir dakikalık saygı duruşuna davet ettik. Bu, Kıbrıs tarihinde ilk defa yapılan bir şeydi ve çalışmalarımızı destekleyen Kıbrıslı Türk gazetelerden birinin manşeti oldu. Yaptığımız şeyin daha sonra değerini anladık. Yaptığımız şey, ulusçuluğun en güçlü sembolüne karşı intihar saldırısı gibi bir şeydi.
Bir sonraki gün grubumuzun bazı üyeleri tehdit edildi ve saldırıya maruz kaldılar. Panelin moderatörü olarak; Rumların ajanı, gelmiş geçmiş en büyük vatan haini olarak güvenliğim hakkında endişe duymam gerektiği konusunda tehdit edildim.
Şimdi size diğer hikayeden bahsetmek istiyorum:
Kıbrıslı bir Türk olarak, dokuz yıldan beri, adanın Rum kesiminde yaşıyorum. Rum kesiminde yaşıyorum; çünkü eğer bir Türk'seniz adanın kuzey tarafında yok eğer bir Rum'sanız adanın güney kesiminde yaşamanız ve adanın diğer tarafını tamamiyle unutmanız gerektiği hakkındaki kurala uymak istemedim. Bir taraftan diğerine geçebilmek için; yani dünyanın en uzun elli metresini geçebilmek için tam üç uçak değiştirdim. Birkaç kere; bize, Kıbrıs vatandaşlarına, karşı yaratılan bu koşullarla dalga geçmek için iki kesim arasında gidip geldim; fakat sonra adanın güney kesiminde kalmaya karar verdim ve şimdi size anlatacağım olay kararımı etkileyen nedenlerden biridir.
Adanın güney kesimine gidişim bir kolejin Barış Kulübü tarafından öğrencilere konuşma yapmak amacıyla davet edilişimle oldu. Okula ulaştığımdaysa bazı öğretmen ve öğrenciler konuşmayı iptal etmeyi konuşmak için beni kapıda karşıladılar. Okulda çok fazla gerginlik olduğunu, öğretmenler dahil olmak üzere okulun bu konu hakkında ikiye bölündüğünü ve bir tarafın benim okula gelmemi istemediğini söylediler. Hatta bir öğrencinin, ‘Ne! Okulumuza bir Türk geliyor ha! Yarın okula silahımla geleceğim!' dediğini de söylemeden geçemediler.
Bir grubun sorun çıkarmak için holde beklediğini ve konuşma sırasında en ön sıraya oturacağını söylediler. Bense, onlara ellerinden geleni ardlarına koymamalarını söyledim. Konuşmayı iptal etmek iyi bir fikir değildi. İçeri girdim; holde iğne atsan yere düşmeyecek derecede bir kalabalık vardı ve gerginliği hissedebiliyordum.
Konuşmama bir şiirle başladım ve şöyle devam ettim: ‘Tarih dersleri aldığınızı ve yakın Kıbrıs tarihini bildiğini biliyorum. Ben de sizin gibi öğrenciydim ve ben de tarih okudum. Benim öğrendiğim şeyin sizin öğrendiğinizden farklı olduğunu da biliyorum. Hangisinin doğru olduğunuysa bilmiyorum. Benim, bugün sizlere anlatmak istediğim kendi hikayem. Doğruluğuna inandığım tek hikaye…'
Sonra Türk ve Rumların bir arada yaşadığı bir köyde geçen çocukluğumu anlattım. EOKA adlı Kıbrıslı bir Rum terör örgütünün köyümüze nasıl saldırdığından, enklavlarda geçen hayatımdan ve bir Yunanlı askerin beni öldürmesinden nasıl korktuğumdan bahsettim. Sonra 1974 yılı hakkında konuştum ve Kıbrıslı Rumların nasıl kurban edildiklerinden ve yaşamamız için bize bir Rum evi verildiğinde neler hissettiğimden bahsettim.
Beni pür dikkat dinlediler ve soruları neredeyse iki saat sürdü. Soruyorlardı, soruyorlardı ve soruyorlardı. Bazılarıysa sorularıyla beni tuzağa düşürmeye çalışıyorlardı. Bir öğrenci, ‘yarın Kıbrıs ve Yunanistan arasında bir savaş çıksa hangi tarafı tutardın?', diye sordu. Ben de Kıbrıs ve Yunanistan'daki Barışseverlerin tarafını tutardım diye yanıtladım.
İşte başarı buydu! Birkaç ay sonra beni tekrar okullarına davet ettiler. Bu sefer davet daha önceki konuşmama gelmeyerek beni protesto eden öğretmenlerden geldi.
Daha sonra birçok Rum okulunda konuşma yaptım, ilkokullarda bile. O çocuklar hayatların ilk defa Kıbrıslı bir Türk görüyorlar ve daha önce hayatlarında hiç duymadıkları şeyleri dinliyorlardı.
Bence resmi tarihsel anlatıyla başa çıkabilmek için kişisel hikayelerden yararlanmalıyız. Çünkü onlar her zaman için özgün olan ve önemli oranda karşı tarafın gerçekliği hakkında diğerinin algısını değiştirecek olandır.
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz