SAYI 113 / ARALIK 2006

 

DİN FELSEFESİ YAZILAR- 2


Ali Rıza Arıcan
rizaarican@gmail.com



DİN NEDİR?

Tanımlanması en zor kavramlar, yaşamla içiçe girmiş, toplumdaki bireylerin sayısınca farklı biçimlerde yorumlanabilen, yaşamın olmazsa olmaz bir parçası gibi görünüp, toplumla organik bir bağ halinde yaşayan, insanların başka türlüsünü hayal edemedikleri kavramlardır. Toplumun bireyleri için farklı anlamları olan bu kavramları sadece tanımlamak değil, bir de herkesin kabul edebileceği ortak bir zemin üzerinde çözümlemek gerekir. Örneğin, Wittgenstein'dan ilham alarak, basit bir ‘oyun' kavramını çözümlemeye kalkışırsak bile tanımlama işinin ne kadar zor olduğunu görebiliriz. Oyunu herkes aynı amaç için oynamaz. Kimisi için zevk olan oyun, kimisi için iş, kimisi için rekabet, kimisi için kumar, kimisi için psikolojik bir sağaltım aracı, kimisi için de boş zaman geçirmektir. Bu durumda ‘oyun' nedir dediğimizde, tek bir tanım koymak yerine, bütün bu tanımlardaki ortak ve ayrık yönlere bakmak gerekir. Wittgenstein'ın ‘aile benzerliği' ifadesi ile anlatmaya çalıştığı bu ortak ve ayrık noktalar bulma çalışması bize hem oyunun ne olduğunu hem de ne olmadığını söyleyecektir. Tersten tanım da denilebilecek bu yöntem ile oyunun ne olmadığını ya da neyin oyun olmadığını az çok belirleyebilecek, atılan her adımla çemberi biraz daha daraltarak olası en geçerli ve tutarlı tanıma ulaşabileceğiz. Bireylerin tanımlanan kavrama farklı eylemler yüklemeleri ve onun dışındaki yüklemleri saf dışı bırakmaları ortaya konan tanımı geçersiz kılmaz. Sonuçta bireyler, kendi düşünce özgürlükleri çerçevesinde istedikleri kavrama, istedikleri anlamı yükleyebilir, sınırları belirlenmiş özgürlükler içersinde kişisel olarak anlamlandırdıkları bu kavramları yaşamlarının bir parçası haline getirebilirler.

Asıl konumuz olan dine bir tanım bulma noktasına gelirsek durumu anlama şansımız artacaktır. Dinin farklı disiplinler açısından, birbirinden bir hayli uzak, yüzlerce çeşitli tanımlaması yapılabilir. Bir psikoloğa göre din insanların kendi öznel dünyalarında meydana getirdikleri bir çeşit zihinsel kavramlar bütünüdür. Bir sosyolog için din, toplum tarafından geliştirilmiş, insanları birbirine bağlayarak toplumsal bağlılığı artıran bir çeşit sosyal bağdır. Bir etik uzmanına göre din, olabilecek en etkili ahlaki kurallar bütünüdür. Bir din adamına göre ise din ilahi olduğuna inanılan bir varlığa hayatı adamak, tek bir noktadan kaynaklanan kurallar bütününü temel alarak bireyleri ve toplumu istenilen kıvama getirmek, evrensel bir gerçeğe tutunarak yaşamın tüm zorluklarını bir hamlede aşmaktır. Tanımlar çoğaltılabilir ama bu çoğaltmanın bizi dini açıklamada pek yardımcı olmayacağı söylenebilir. Çünkü, bu tanımların hepsi aslında ortada var olan dini değil de olması gereken dini tanımlamaktadır. Din ne bir tedavi aracıdır –psikoloğun tanımı- ne de toplumu bir arada tutan sosyal bir bağdır – sosyoloğun tanımı-. Farklı disiplinlerin dine farklı yönlerden bakmaları gayet normaldir ve bu taraflı tanımlamalar sınırlı disiplinler için çalışmalarda kolaylık sağlar. Bizim aradığımız şey ise ortak bir tanım altında tüm bu kuramları birleştirmek, eğer mümkünse hepsini haklı çıkaracak bütünsel bir yapı ortaya koyabilmektir.

Genel olarak dünya dinlerine baktığımızda karşımıza çıkan pek çok ortak nokta görürüz. Örneğin Tanrı'ya ya da tanrılara olan inanç, kutsallık bilinci, bu dünyanın bir aldatma olması, ölümden sonraki hayatın (eskatoloji) vurgulanması, aşkın (transcendental) varlıklar, kurtuluş (salvation) düşüncesi, ruhban sınıfı, kurban kavramı... Örnekler çoğaltılabilir.

Bir ya da birden fazla Tanrı'ya inanç her ne kadar çok yaygın olsa da Uzak doğu dinlerinde bu pek görülmemektedir. Örneğin, Thereveda Budizm'inde ve Şintoizm'de herhangi bir Tanrı anlayışı yoktur. Ortadoğu kökenli üç dinin dışındaki dinlerde ahiret inancına rastlamak da mümkün değildir. Ruhban sınıfı İslam dininde, sosyal yaptırımlar Budizm'de yoktur. Bu durumda tüm dinlerde ortak olduğunu söyleyebileceğimiz noktalar bir hayli azalmaktadır. Bunlardan bir tanesi ve bana göre en önemlisi tüm dinlerde var olduğunu düşündüğüm kurtuluş mitidir.

Bilinen tüm dinlerde bu dünyanın bir aldatma mekanı olduğu, hayatın kısa, yapılacak işlerin çok olduğu, fani zevklere kapılmanın insanı sonsuz döngülere sürükleyeceği üzerine basa basa tekrar edilir. Evet, bu dünya yanılgılar dünyasıdır. Dinler ise bu yanılgılar dünyasından aldatmanın ve aldanmanın olmadığı gerçek hayata zarar görmeden geçişin yolunu gösterir insanlara. Bu hayat, Tanrı'dan yabancılaşmanın sonucudur, Maya'nın bir illüzyonudur belki de, Dukha'nın yol göstericiliği ile aşılabilecek dalgalı bir denizdir Budist rahibe göre... Bu dünyadaki zevkler, sevinçler, üzüntüler, mutluluklar tamamıyla ihmal edilebilecek şeylerdir. Çünkü asıl hayat ölümle başlayacak, üç Ortadoğu dinine göre cennette –ya da fenafillahda-, Budizme ve Hinduizme göre Nirvana'da son bulacaktır. Yiyerek, içerek, zevk ederek, kendimizi yıpratarak bir türlü tatmin olamadığımız bu hayatta tatminiyet ancak ölümle mümkün olacaktır. Çağlayarak akan ırmakların sessiz bir şekilde okyanusun sularına karışması gibi insan tüm dertlerini, tüm ızdıraplarını geride bırakıp, gerçek huzura, yani asıl anlamda kurtuluşa, ölümden sonra erecektir. Hemen bütün dinler ben-merkezli bir dünyasal konumdan gerçek-merkezli bir hayali konuma geçişi müjdeler. Bu gerçek, hayalin kendisi değildir. Bilakis, bildiğimiz gerçek hayattan daha gerçektir. Bu yüzden, daha gerçek olan hayata ulaşmak için bu hayatta bir takım fedakarlıklar yapmak gerekecektir. Bir rahibe Teresa gibi hayatı insanlara yardıma adamak, bir Said Nursi gibi koca bir ömrü insanların imanlarını kavileştirmek için harcamak, bir budist rahip gibi yetmiş yılını bir tapınakta dualar ve ilahiler ile geçirmek verilebilecek yüzlerce örnekten sadece bir kaçıdır...

Bir başka ortak nokta ise kutsallık bilincidir. Hemen her dinde insanlar kutsal olanla profan olan arasında keskin bir ayrım yaparlar. Örneğin, Hristiyanlık'ta ekmek ve şarap, İslam'da üzerine ayet yazılı herhangi bir kağıt parçası, Musevilik'te yedi kollu şamdan, Budizm'de Buda yontuları, Hinduizm'de inek kutsaldır. Kutsallık bilinci insanların bilinçaltlarına öylesine kazınmıştır ki pek çok insan mensubu olduğu dini bu kutsallıklardan ayrı olarak düşünemez. Kutsal olanla profan olan arasında yapılan bu ayrım aynı zamanda toplumda dinin dokunulmaz yapısını da belirler. Çünkü değişmeyen kutsal imgelerle beslenen din değişmemek için bu kutsallıkları kullanır. Bu ise dinin statu quo'cu yapısının bir getirisidir. Kutsal olan değişmez çünkü ezelidir, mutlak doğrudur ve sonsuza kadar aynı kalmak zorundadır. Bu durumda sosyal ya da ekonomik etkilerin kutsallık bilincine ne derecede etkide bulunduğu konusu ciddi bir uğraş gerektirir.

Dinlerin ortak noktalarından birisi olan kurtuluş önerisi aslında sadece dinlere ait değildir. Örneğin Marksizim de insanlığa tarihin sonu adını verdiği, insanların eşit ve huzurlu bir şekilde yaşayabildiği bir kurtuluş ümidi verir, bilim adamları da kendilerince insanlara aydın ve huzurlu bir toplumun anahtalarının bilimde ve positivist düşüncede olduğunu söylerler. Hatta, Campenalla ya da Thomas Moore gibi ütopya yazarları da olası en muhteşem toplumların planlarını yapmışlar, insanlara kurtuluş umudu sunmuşlardır. Bu durumda din kavramını bu kuramsal kavramlardan nasıl ayırabiliriz? Marksizmi ya da positivizmi din yapmayan şey nedir? Bu da gelecek yazının konusu olsun...