“Yeşilin sarıya dönüşü korkutmasın seni
morarıp silinmesin maviliklerin
kırmızının akıp gitmesi damarlarından
işimiz kolay değil o denli
kargaların içgüdüsel ölmezliğine inat
insanca ölebilmeli” Sularda Güneş Olmak / Rıfat Ilgaz
Ağustos 2006 tarihli gazeteler, Irak’a gitmesine birkaç hafta kala intihar eden bir İngiliz askerinin hikayesine yer veriliyordu: 19 yaşındaki İngiliz piyade er Jason Chelsea, “eğitimleri sırasında komutanlarının Irak’ta intihar bombacısı olduğundan şüphelenilen çocuklar üzerine de ateş açması gerektiği yönünde kendisini uyardığını” ailesine söyledi. Bundan 48 saat sonra, 10 Ağustos'ta, Manchester'daki evinde aşırı dozda ağrı kesici almasının ardından bileklerini kesti. Ölüm döşeğindeyken annesine “Irak’a gidemem. Çocukların üzerine ateş açamam. Hangi cephede oldukları umurumda bile değil. Bunu yapamam” diyordu.
Er Chlesea, Irak’taki durum nedeniyle kendi canına kastetmeye sürüklenen ilk asker değildi. 2005 yılı Ekim ayında Basra’da bir askeri polis olan Ken Masters kendini asmıştı.
Yüzbaşı Ken Masters 40 yaşında, 15 yıllık deneyimi olan bir askerdi. İngiliz askerlerinin Irak'ta sivillere yönelik taciz ve kötü muamele iddialarını araştırmakla görevli Masters, üzerindeki ağır baskılara dayanamadı kendini astı.
Irak işgalinden bu yana altı İngiliz askeri intihar etti. Er Gary Boswell (20) Temmuz 2004'te kendini astı. 31 Ekim 2004'te başçavuş Denise Rose (34) kendini vurdu. Ken Masters (40) 22 Mart 2006'da kendini astı. Başçavuş Paul Connolly 26 Aralık 2004'te kendini vurarak öldürdü.
Gary Boswell Denise Rose
Kötülük, üçüncü insanın duyduğu acı ile tanımlanır. Ve acı anlatılmak istenildiğinde en sert biçimi acıyı yaşayan insanın kendisini öldürmesinde oluşur. Dışarıdan seyredenin intiharı akılcı gerekçelerle psikolojik çözümlemeler yaparak değerlendirme çabası, yaşanan intiharı hafifletme ve kabullenilir hale getirme çabasıdır. Aslında o bilir ki, intihar eden kişi eylemini en şiddetli biçimiyle ortaya koymuş ve acısının büyüklüğünü bu sert eylemiyle dile getirmiştir.
Er Chlesea, acıyı duyumsayan ve bundan rahatsız olan üçüncü kişidir. Eylemiyle rahatsızlığını bütün dünyaya haykırmış, “kötülük”ü işaret etmiştir.
* * *
İntihar olgusu ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgilenen herkes, kendi bakış açısından hareket ederek bu kavramı tanımlamaya çalışmışlardır. Yani konuyla ilgilenen kişi sayısı kadar farklı intihar tanımları vardır. İntihar tanımı üzerine bir araştırma yapıldığında düşünürlerin nedenler, kullanılan araçlar, biçimler, ortamlar, tarihsel koşullar v.b gibi sorulara bağlı olarak bu kavramı farklı şekillerde tanımladığı görülecektir.
Bu konuda yazılan kaynaklarda, Ortaçağ Avrupa’sında “intihar” ve “cinayet” kavramları aynı sözcükle ifade edildiği yazılıyor. Latin kökenli harflerden oluşmasına rağmen Latince olmayan “Sunicide” (intihar) kavramının ortaya çıkışı oldukça yeni sayıldığı, Sunicide sözcüğü ilk kez isim olarak 1643’te kayıtlara geçmiş, fiil olarak ise 19. yüzyıl ortalarında kullanılmaya başlanmış olduğu belirtilen kaynaklarda, Türkçe’de ne İslamiyet öncesi ne de İslamiyet sonrası intihar anlamına gelebilecek bir kelimenin kullanılmadığını yazmaktadırlar. Aynı kaynaklarda, bu kavramın dilimize Tanzimat döneminde girdiği, bu dönemde Türkçe'ye çevrilen eserlerde “kendi kendini öldürme” yerine intihar kelimesi kullanılmaya başlanıldığı belirtiyorlar.
İlahi kaynaklı dinlerin hemen hepsinde intihar, Tanrı’ya öncelik vermemekle eş anlamlıdır. Dinsel kuralları sekteye uğratan, sosyal hayatın işlerliğine çomak sokan bu eylem, hem beden ve hem de ruhsal anlamda cezaya çarptırılır. Judaizm (Yahudilik dini), Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı dinlere göre insan hayatı Tanrı’ya aittir; canı Tanrı yaratır ve geri alır. İnsanın kendini öldürmesi, Tanrı’ya karşı gelmedir ve bu kişi sonsuzluk içinde devamlı ızdırap çekecektir.
Hıristiyanlığın en büyük düşünürü olarak anılan, piskopos St. Augustine, 5. yüzyılda, Kilise'nin intiharı yasaklamasını somutlaştırdı, intihar edenlerin malı mülkü kiliseye geçecek, huzursuz ruhları bedenlerinden çıkıp başkalarını rahatsız etmesin diye cesetleri kazıklandıktan sonra yol kavşaklarında taşların altına gömülecekti. Finliler intihar edenleri yıkamaz, kıyafetleri ile ve asla dokunmadan sopalarla yüzüstü gömerlerdi. Fransa'da intihar edenlerin cesedi sokaklarda baş aşağı sürüklenir, daha sonra bir lağıma ya da çöplüğe atılırdı. 1789 devrimden sonra Fransa’da intihar edenler bir kalbur üzerinde ata bağlanıp sürüklenir, mezarlığa gömülmez ve hatta bütün ailesi bu olaydan sorumlu tutulurdu. Yaşadığımız dönemde Katoliklerde, intihar edenler Katolik mezarına gömülmez ve cenazesinde rahip bulunmaz. İslamiyet de aynı şekilde intihara karşı bir tavır geliştirilmiş ve hatta intiharın, başkasını öldürmekten daha büyük bir günah olduğu belirtilmiştir. İntihar edenlere, cenaze namazı kılınmaması gibi bir yaptırım uygulanmaktadır. Cinayet işleyen ve idam edilenlerin dahi cenaze namazlarının kılınması, İslam dininin intihar karşısındaki tutumunu göstermektedir. Yahudilerin kanun ve tefsir kitabi olan Zalmut, intiharı bir günah saymakta ve intihar eden kişi için geleneksel cenaze merasimini kabul etmemektedir. İntihar eden kişinin cesedi, adam öldürenlerin ve serserilerinki gibi cenaze merasimi yapılmaksızın ayrı bir yere gömülmektedir.
Bazı “ilkel” inanç sistemlerinde ise intihar tam tersine yorumlanır. Markis adasında yaşayan Eskimolar, Tanrı katındaki mutluluğa ulaşmanın tek yolunun intihar etmek olduğuna inanıp genç yaşta intihar ederlermiş. Filipinler’de, deniz üzerinde yaşayan Badjaola’lar ise yaşamayı uğursuzluk saymakta ve günlük yaşamda karşılaştıkları intihar olaylarını sıradan görürlermiş. Vikingler, intihar sonucu ölenlerin ailelerine saygı gösterip onların geçimlerini üslenirlermiş
Hindistan'daki Brahmanlar intihara müsamaha ederler ve şimdi yasaklanmışsa da bir zamanlar Hintli dulların intiharı övülmeye lâyık bulunurmuş.
Eski Yunan'da, mahkumların kendi canlarına kıymalarına izin verilirmiş ama Roma İmparatorluğu'nun bilhassa son zamanlarında, kölelerin yüksek intihar oranları, efendilerini, değerli mülklerinden yoksun bıraktıkları için intihara karşı tutum oldukça sertleşmiş. Japon adeti harakiri, uzun bir süre merasimle yerine getirilmiş. Savaşçı sınıfı samuraiye, yaptıkları hatalardan ötürü ya da başarısızlığın yarattığı utançtan kurtulmak için, kendilerini cezalandırma ayrıcalığı verilmiş. Ancak harakiri, 1873'te yasa dışı sayılmış. Budist keşiş ve rahibeler ise toplumsal protesto biçimi olarak kendilerini yakarak intihar ederlermiş.
. * * *
“Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir. Non Passaran!”
Dolores İbarruni :18 Temmuz 1936, İspanya
Xanthos : Fethiye-Kaş yolu üzerinde, Fethiye’ye 46 km. uzaklıkta, Muğla-Antalya il sınırındadır Xanthos. Kent, Likya bölgesinin yönetsel ve dini merkeziydi. Tarihi M.Ö. 8. yüzyıla kadar geri giden Xanthos, M.Ö. 545 yılındaki Pers istilasına kadar bağımsız bir şehir devletiydi. Ve bir gün Pers istilasına uğradılar. Düşman sayıca üstündü onlardan. Sonuna kadar savaştılar. Pers istilasında kentlerini kahramanca savunan Xanthos'lular, istilayı önleyemeyeceklerini anlayınca önce tüm kadın ve çocuklarını öldürdüler, sonrada kenti ateşe vererek ve bu alevlerin içine kendilerini atarak topluca intihar ettiler.
Xanthos'un tarihsel metinlerde adı ilk olarak Herodotos'un eserinde MÖ 545 yılındaki Pers istilası sırasındaki direnişiyle geçer. Herodotos bu direnişi şöyle anlatıyordu: "... Lykia'lılara gelince, Harpagos ordusu Xanthos ovasına indiği zaman, onlar da karşı koydular, bitmez tükenmez kuvvetlere karşı, az sayı ile dövüştüler; yiğitlikte nam aldılar, ama yenildiler, kentlerine geri atıldılar, kadınları, çocukları, hazineleri ve köleleri kaleye doldurdular ve alttan, yandan ateşe verdiler , öyle ki, yangın kaleyi yerle bir etti. Bundan sonra birbirlerine korkunç yeminlerle bağlanarak düşmana saldırdılar ve Xanthos'ta oturanların tümü de savaşarak ölmüş oldular.”
* * *
Masada İsyanı : M.S. 70 yıllarında Kudüs Roma işgali altındaydı ve Romalıların Yahudilere uyguladıkları zulüm çekilecek türden değildi. Yeruşalayim’i ve II. Bet-Amikdaş’ın işgalinden sonra, Yahudiler Eliezer ben Yair adında bir liderin önderliğinde Yeruşalayim’den ayrılarak, Masada Kalesi’ne geldiler.
Masada Kalesi, Ölü Deniz sahillerindeki büyük bir tepenin üzerine inşa edilmişti. Su kuyuları, gözleme kuleleri, hamamı ve evleri ile tam bir küçük köy izlenimi veriyordu kale. Duvarlarla çevrilmişti ve kuşatılması çok zordu.
Kazanmayı düşünüyorlardı Romalılar, ilk olarak düzgün bir yol yapımı için çalışmalar başlattılar. Uzun uğraşlardan sonra yapay bir yol yaparak Masada’ya ulaşan Roma askerleri kaleye saldırdılar, ancak almayı başaramadılar. Sonunda Masada’nın kuvvetli duvarlarından birini yıkarak buranın alınmasını kolaylaştırdılar. Fakat acele etmediler. Yahudilerin erzak ve sularının bitmesini ve bu yüzden de teslim olmalarını sağlamak için Masada kalesinin karşısına tahtadan bir kale yaptılar. Sonra da fazla beklemeden saldırıya geçtiler.
Bu saldırıya karşı koyamayacaklarını anlayan Yahudilerin lideri Elazar ben Yair, bütün Yahudilerin kendilerini öldürmesi gerektiğini söyledi. “…Bırakın karılarımız kötü yola düşmeden, bizden önce ölsünler; bırakın çocuklarımız ölsün, köleliğin acısını tatmadan…Onları öldürdükten sonra da karşılıklı olarak birbirimizi öldürelim.” diyordu Elazar ben Yair. Tutsak olmaktansa ölmeyi yeğleyen topluluk, öneriyi kabullendi.
Elazar, “…Yiyecekler bizim ihtiyaçlar yüzünden ölmediğimizin kanıtı olacaktır. Böylece, bizim asıl kararımız anlaşılacak; ölmeyi köleliğe tercih ettiğimiz..” dediğinde, bütün eşyalarını yok etmek ama yiyeceklerini bırakmak kararı aldılar.
Bu konuşmalardan sonra, bir plan yapıldı. Bu plana göre oradaki bütün topluluk içerisinden kura yolu ile sekiz kişi seçildi. Bu sekiz kişinin görevi geriye kalan kişileri öldürmekti. Öldürme işini ise öldürüleceklerinin boğazlarına keskin bir kılıç ile tek hareketle, acı vermeden yapıyorlardı. Herkes ölüp te geriye sekiz kişi kalınca onlar da kura ile birbirlerini öldürüyordu. Geriye kalan en son kişi ise intihar etti. Bu olaylardan sonra, Romalılar kaleye geldiklerinde 960 tane cesetle karşılaştılar.
Masada’daki son anları, olanlara tanık olmuş bir kişi, Flavius Josephus, daha sonra kendi duygularını da katarak yazacaktı. (Flavius Josephus, “Yahudilerin Savaşları”)
Masada isyanı, ortaya koyduğu değerlerle günümüzde de hala önemini korumaya devam etmektedir. Bu yüzden, İsrailli askerler yeminlerini bu dağın tepesinde ederler “MASADA BİR DAHA ASLA DÜŞMEYECEK” sloganını söyleyerek.
* * *
Kendilerini ateşe atanlar
Ey ateşin ve güneşin çocukları Hani bilincin sesi yüreklerimizde Gözlerimizde inancın sancakları nerede Bu gidişe dur demek gerekir bilirim Hücrede her saniyeyi bir yıl eylerim Bir ateş yaktık sönmesin diye hiçbir yerde O ateş sönerse yaşamayı neylerim Bu yüzden üç kibrit ile Newroz günü Yüreğimi sizlere armağan eylerim…. Adnan Yücel
Prometeus : Bir titan, bir devdi Prometeus. Yunan mitolojisinin diğer devlerinin aksine doğadışı ve korkunç değil, akıllı ve duygulu bir yaratıktı. Despotluklarından ötürü tanrılara, özellikle de Zeus’a kızmaktaydı. Olimpostanrılarının kudretine karşılık, Prometheus'da kurnazlık ve zeka vardı. Titanların isyanları sırasında tarafsızlığını korumuş ve başkaldırmamış bir Titan oğlu olarak Zeus'un gözüne girmeyi başarmıştı. Zeus onu Olympos'daki ölümsüzlerin arasına aldı. Oysa o Zeus’a ve diğer tanrılara kin besliyordu. Atalarının öcünü almak için, kendi gözyaşıyla yoğurduğu balçıktan ilk insanı yarattı. Sonrada Ateş Tanrısı Hephahistos’ın alevler saçan ocağından bir kıvılcım çaldı ve insanlara armağan etti.
Prometheus, tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış ve sonunda insanlar yaratmak ve onlara ateşi vermekle varolan düzeni değiştirmeyi başarmıştı. Bu yüzden de Zeus tarafından Kafkas dağında zincire vuruldu. Tanrılarca görevlendirilen bir kartal, sürekli olarak, her gece yeniden oluşan karaciğerini kemirmekteydi.
"Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur" der Prometheus, bu sözüyle insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur. O’nun Tanrılardan çalarak insanoğluna sunduğu ateş, direnmenin ve özgürlüğün simgesi olmuştur artık.
Demirci Kawa’nın Öyküsü : Hikaye, M.Ö. 600’lü yıllarda Asurluların, Arilerin ülkesine yağma hareketleri düzenlemekte olduğu yıllarda geçer. Efsanede geçen Asur kralı Dehak, çölde süvarilerle yetişmiş bir kral olan babasını şeytanın yardımıyla öldürür ve tahta geçer. Dehak çok cesur ve çeviktir, ancak şöhrete tapar. Kısa sürede İran da bu “ejderha yapılı padişahın” hakimiyetine girer. Kral olduktan sonra, tüm halkın kendisine itaat etmesi için şeytan ona yine işbirliği önerir. Ancak Dehak bu kez onun teklifini geri çevirir, şeytan da onu cezalandırmak için iki omzunda iki yılan büyümesini sağlar. Yılanlar acıktıkça Dehak’a dayanılmaz ağrılar vermektedir. Buna çare olarak Dehak yılanlara her gün iki Med gencinin beynini yedirmek zorundadır. Yüzyıllar boyunca Dehak’ın zulmü sürer, her gün bir genç öldürülmektedir. Diğer yandan da aşçıların yardımıyla Dehak’ın zulmünden kurtulan çok sayıda genç dağlarda toplanmış, saklanarak yaşamaktadır.
12 oğlundan 11’i Dehak’a veren demirci Kawa, son çocuğuda istenince buna isyan eder. Adalet istediğini söyleyip önlüğünü mızrağına geçirir ve halkı isyana çağırır. O gece dağa gider. Aşçıların o güne kadar serbest bıraktığı ve dağlarda yaşamakta olan gençleri bir araya toplamak için dağın başında dev bir ateş yakar. Bütün gençler ateşin başında toplanırlar ve babası Dehak tarafından öldürülmüş olan Feridun’la birlikte Dehak’ın zalim krallığına son verirler.
Orada yanan Prometeus’un ateşidir, direnmenin ve özgürlüğün ateşi.
Pek çok ülkede, ateşin yakıldığı tarih olan 21 Mart’ta, halklarca değişik isimlerle kutlanan Newroz’un öyküsüdür bu ve Pers kaynaklarında (Firdevsi’nin Şehname’sinde) geçen bir efsaneye dayanır.
* * *
Mazlum Doğan, 30 Eylül günü 1979'da gözaltına alındıktan hemen sonra tutuklanarak cezaevine gönderilmişti. 12 Eylül’ü içeride karşılıyordu.
Devrimci örgütlere ve kitleye yönelik askeri terör, devrimci, ilerici, solcu olarak görülen her şeye karşı bir terör olarak ortaya çıkmıştı 12 Eylül. 12 Eylül terör döneminde bireylere yönelik şiddet ve baskı, toplumsal alanda sola ilişkin her türden düşünce, istem, özlem, davranış biçimi, değer yargısı vb.'nin yok edilmesine yönelik bir şiddet ve baskıya dönüştürülmüştü. Bu dönemde bütün ülkeyi kapalı ceza evine dönüştüren zihniyet, Ceza ve tutuk evlerinde işkenceyi arttırırken, konumundan ötürü daha da baskıcı davranıyordu Diyarbakır Ceza evindekilere.
Mazlum o dönemleri şöyle ifade ediyordu; “…Azgın, gerici ve saldırgan Türk cuntası, Partimize ve Türkiye'deki devrimci güçlere karşı saldırısını sürdürmeye devam edecek. İnsan haklarını hayasızca çiğnemeye ve halkımızı azgınca sömürmeye hız verecek. Çünkü, Türk burjuvazisinin bunalımdan çıkış için baskı ve zulmü yoğunlaştırmaktan başka çaresi yoktur…”
1982 yılında 20'yi 21 Mart'a bağlayan gece, kaldığı Diyarbakır Cezaevi'ndeki baskıları ve insanlık dışı koşulları protesto etmek amacıyla, özgürlüğün ve isyanın simgesi ateşi kullandı, üç kibrit çöpünü ateşledi ve kendini asarak yaşamına son verdi Mazlum Doğan. Eylemi için 21 Mart’ı seçmişti, demirci Kawa’nın önderliğimde Dehak’a karşı verilen savaşı anımsatmak üzere.
Ateş yanmıştı bir kez. Mazlum’un ateşlediği ‘üç kibrit’ Diyarbekir ceza evini aydınlattı. Ve
aynı zamanda Türkiye devrim liderlerinden İbrahim Kaypakkaya'nın katledilişinin de yıldönümü alan 18 Mayıs 1982 tarihinde, aynı cezaevindeki tutuklulardan Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Önen ve Mahmut Zengin kendilerini yakma kararını aldılar.
O gün geldiğinde, Ferhat arkadaşlarına yazdığı bildiriyi son kez okuttu.
“…Bugün Diyarbakır zindanında, düşman bizim şahsımızda halkımızın kurtuluş umudu, biricik önderi partimizi boğmaya çalışıyor. Bu bir ölüm-kalım savaşıdır. Savaşlar kaybedile bilinir, ama bizim kaybetmeye tahammülümüz yoktur, olmamalıdır. Çünkü bunun sonuçları çok ağır olacaktır. Sorumluluğu ise taşınamayacak denli ağır, yaralayıcı olacaktır. Bu savaşı kaybetme tahammülümüz yoktur. Bu yola girerken, lekesiz bir direniş bayrağının altında çalıştık ve bunu aynı temiz haliyle taşımak zorundayız. Başka seçeneğimiz yoktur. Bu bayrak altında yaşamanın ve onu yükseltmenin direnmekten başka bir yolu yoktur.
Bunu çok kısa bir süre önce büyük Önderimiz Mazlum yoldaşımız gösterdi. Bu her zaman olduğu gibi çok zor ve sancılı bir dönemi yaşamakta olduğumuz Diyarbakır zindanında da yol göstericiliğinin değerli yaşamını feda ederek yaptı.
Parti Önderliğimiz, Mazlum yoldaşın şahsında sorumluluğunu en iyi şekilde, bir kez daha kanıtladı. Şimdi sıra bizimdir.
Evet, Partimiz bizden direnmeyi istiyor. Esir düştüğümüz ve her türlü silahtan yoksun bulunduğumuz bu koşullarda, canımızı, kanımızı ateşlememizi istiyor. Yakılacak her ateş, örülmek istenen karanlığı ışığa boğacaktır. Yakılacak her ateş, ihanetin, teslimiyetin hain duvarlarını yerle bir edecek, bizi halkımıza ulaştıracak, halkımızın bizlere bağladığı umudu çoğaltacaktır. Yakılacak her ateş, Mazlumun üç çöp ateşiyle bütünleşip, gürleşecektir. İşkencelerin, sömürgeci faşistlerin iğrenç emellerini yıkacaktır…”
Birlikte bildiriyi imzalarlar. Sonra çatı katına çıkıp, cezaevinin boyanması için verilen boya ve tünerleri üzerlerine dökerler. Kol kola girer ve “insanlık onuru işkenceyi yenecek, kahrolsun sömürgecilik, yaşasın bağımsızlık!” sloganları atarak çağmağı çakarlar. 18 Mayıs gecesinin eylemlerini gerçekleştirirler.
Tarihe “dörtlerin direnişi” olarak geçer bu eylem. Özgürlüğü kazanma adına, direnmenin ve isyanın simgesi olan ateştir yanan vücutlarında.
Ateş hiç sönmedi. Daha sonraki dönemde, onlarca tutuklu ve hükümlü Cezaevlerinde dayatılan itirafçılığı ve baskıları protesto için bedenlerini yakarak yaşamlarını yitirdiler.
1999 yılının Şubat ayının 17 inci gününde, Sakarya Cezaevinde beden buldu ateş. Serpil Polat ailesine, arkadaşlarına, yeğenlerine yazdığı mektuplar sonrası kendini yaktı. Mektuplarında mücadelenin içinde yer almak istediğini söylüyordu, bunu yapmanın koşulunu içeride yaşadığı koşullarda bulmuştu “bulunduğum koşullarda düşmanı yakmanın, saldırıya karşılık savaşı kendimde büyütmenin, bir ateşli yolu bu...” diyordu, . “bulunduğum alanın sınırlılığından kaynaklı saldırı aracı olarak kendini yakma değil, düşmanı yakma aracını kullanıyorum…”
* * *
Bazen direnmenin yoludur intihar, bazen sunulan yaşamı kabullenmemek. Bazen üçüncü kişi olarak hissedilen acıda vardır, bazen öç almada. Bazen kavramları yok etmeye çalışmaktır, bazen de onların yaşamdaki varlığını vurgulamak. Bazen hiç konuşmamaktır, bazen de ansiklopediler dolusu sözler aktarmak. Bazen kendi varlığını yaşamdan koparmaktır, bazen de kendi dışındaki büyün yaşamları yok etmek. Bazen “ ait değilim” çığlığıdır, bazen de “yardım edin”…
İntihar kişinin kendi vücuduna zarar vermesi sonucuyla ortaya çıktığı düşünülür hep. İçinde yaşattığı acı ile ölümünü zamana yayan ve geciktiren kişi aslında intihar ediyor değil midir? Ya da intiharını öngören kişinin ölümünü kendi elinden mi sağlaması gerekmektedir? Örneğin bir çatışma içinde silahsız, inadını direnen kişi başkasının silahından çıkan bir kurşunla ölüyorsa eğer, bu bir seçili ölüm, intihar değil midir?
‘Aşk’ ve ‘Tutku’ iki insan arasında açıklanabilir bir intihar gerekçesi olabilir tabi ki, peki o zaman Küba devrimi sonrasında Ekonomi Bakanlığını bırakarak Bolivya dağlarına giden Che aşık ve tutkulu değil midir? İntiharın başka bir yolunu seçmemiş midir kendisine? Tam da Can babanın sözünü ettiği gibi ‘başka türlü bir şey, benim istediğim…’ tanımına uygun arayışlarda kendini ‘kavga’nın içine atan romantik devrimciler, o ‘başka’nın peşinde intihara koşmuyorlar mı?
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz