11Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’nin, adeta küresel kapitalist ekonominin sembolü haline gelmiş İkiz Kuleleri’ne yapılan saldırı, Ortadoğu’da binlerceinsanın ölümüne neden olan çatışmaların, aynı acımasızlıkla Amerika’ya da sıçramasını gündeme getirdi. 11 Eylül ardından siyaset biliminden sosyolojiye kadar bir dizi alanda iddialı tartışmalar başladı. Kimilerine göre bu dünya tarihinde büyük bir kırılma noktasını işaret ediyordu. Artık hiçbir şey “eskisi gibi olmayacak”tı.
Sanırım, yaşananların en önemli ve ilginç yanı bir “demokrasi” perdesiyle örtülmüş Amerikan sisteminin faşizan doğasını açığa çıkarmış olmasıdır. Burada, Kaliforniya Üniversitesi’nden kent sosyologu Mike Davis’in konuyla ilgili araştırmasına dayanarak bu sorunu tartışmayı deneyeceğim.
Davis, uzun yıllardır Amerikan metropollerinin (özellikle Los Angeles’ın) güvenlik sistemlerinin karmaşık ve insanı yabancılaştıran doğasını araştırmaktadır. Los Angeles’ı bilim-kurgu romanlardaki ve filmlerdeki kara manzaraların somut bir ifadesi olarak görür. Dev gibi, insansızlaşmış binalar, kent yurttaşının tehdit olarak görülmesi ve Foucault’nun iktidar kavramını çağrıştıran, süzülmüş ve toplumun gözeneklerine yayılmış bir denetim aygıtları zinciri… “The Flames of New York” adlı makalesine de yine bir edebi metnin tarihsel kehanetlerinden bahsederek başlıyor.
Mike Davis, bir “sosyalist Nostradamus” olarak adlandırdığı G. Wells’in daha 1907 gibi erken bir zamanda, War in the Air adlı yapıtıyla 11 Eylül saldırısında New York’un yaşadığı yıkımı öngördüğü saptamasını yapıyor. Wells’in neredeyse bir yüzyıldır New York Halk Kütüphanesi’nin arka raflarında unutulmuş olan kitabının New York Katliamı bölümünde, kâhince bir keskinlikle Aşağı Manhattan’ın kurtulması imkânsız alevler içinde kalışı, halkın yangın alevlerinden başka önünü aydınlatacağı bir ışık bulamaması, kara dumanların her yanı kuşatmış olması anlatılır. Kendi topraklarında savaşın imkânsız olduğunu sanan New Yorklular şaşkınlık içindedirler. Hatta yapıtın Amerikan baskısı, CNN’deki 11 Eylül görüntülerinden farksız, ilginç bir resmi içerir.
Sadece kendi eserleri olan tarih içinde yaşadıklarını sanan Amerikalılar bir zeplin filosunun sürpriz saldırısına hedef olurlar. New York havadan yıkılan ilk modern kent olarak kaydedilirken, o mağrur Manhattanlılar, devletlerinin dönem dönem katlettiği yaban yerlilerden farksızcasına ölürler. (1) Davis Dünya Ticaret Merkezi havaya uçurulana kadar göz ardı ettiğimiz Wells’in çarpıcı öngörülerinin derinliğini vurguladıktan sonra Federico Garcia Lorca’nın bir şiirine değinir: Maske. Bak şu maskeye. Kum, Timsah ve Korku New York’un üstünde.
Davis’e göre Lorca’nın New York üzerine şiirleri de fazlasıyla dehşet ve kehanet içerir. Endülüslü şairin dizelerinde “gerçek, ümitsiz ve kokuşmuş ölümün” kent üzerinde dolanan sarsıcı imgelerini görürüz. Ve bugün, Amerika üzerine, romandan şiire kadar bir dizi alanda imgelenen tüm felaketler, intikamcı melekler ve hesap günleri hayalden gerçeğe dönüşmüş gibidir. Afganistan’daki bir mağaradan verilen fetvayla harekete geçen saldırganların eylemi Universal Pictures hayranlarını dahi heyecanlandıracak nitelikteydi. Sanki sinemanın canavarları canlanmış gibidir. Wells’in zeplinleri Wall Street üzerine ölümcül alevler yağdırır. King Kong ve Godzilla Beşinci Cadde’yi ezip toz haline getirir.(2)
Aslında Amerikan sinemasında, 1950’lerden 1990’lara çeşitli filmlerle, gökyüzünden gelen ölüm, kaçırılmış uçakların yaydığı dehşet dile getirilmiştir. Davis bunun bir “açıklanamaz kaygıların çağı” olduğunu öne sürer. Bugün bize gülünç de gelse, milyonlarca insan bu dönemde katil asteroitlerden Ebola hummasına, Satanistlerden Kolombiyalı kartellere kadar bir dizi şeyden ürküntüye kapıldılar. Buna paralel olarak akademilerde “korku çalışmaları” önemli bir yer kazandı. Düzinelerce uzman “risk toplumu”, “kuşkunun hermenötiği” veya “korku çemberinin merkezi” gibi temalara takılıp kaldı.
İzledikleri dehşet sahneleriyle (korku, gerilim sineması, TV dizileri vd.) duyarlılıklarını yitirmiş olan Amerikalılar 11 Eylül’de Bruce Willis’in son filminden bir kesit izlediklerini sandılar. Olayın gerçekliği inanılmazdı, ama imaj çok tanıdıktı. TV’deki haberlerin benzeri görüntüler Amerikan sinemasında defalarca yer almıştı.
Bu durumda tarih, kolayca, Hollywood yazarlarının kulübelerinde ürettiği prefabrike korkuların çılgın bir montajı haline mi geldi? Pentagon gizlice en ünlü senaryo yazarlarından oluşan bir grubu “terörist odaklar ve planlar üzerine beyin fırtınası yapmak ve bu tehditlere karşı çözümler sunmak” göreviyle gizlice askeri bir göreve atadığında kesinlikle böyle düşünüyordu. Söz konusu çalışma grubu YaratıcıTeknoloji Enstitüsü adlı, orduyla Güney Kaliforniya Üniversitesi’nin ortak kuruluşu olan bir organizasyona dayandırıldı. Burada üretilen, askeri liderleri eğitmeye yönelik bir interaktif oyun “Ortadoğu’daki isyancılara karşı mücadele” konuluydu.(3)
Davis, New York üzerine tartışmasını, Ernst Bloch’un kent olgusuna dair görüşlerini aktararak sürdürüyor. Bloch Mühendisin Kaygısı (The Anxiety of the Engineer) çalışmasında kapitalist ve pre-kapitalist toplumlardaki zıt kentsel ekolojiyi değerlendirir. Pre-kapitalist kentlerde doğa üzerinde total bir egemenlik yanılsaması söz konusu değildir; yaşam ekolojik adaptasyona uygundur. Depremlerle, volkanlarla, tsunamilerle tehdit edilen Avrupa’nın geleneksel toplumlarında, gündelik yaşam içinde kaygının gölgesi yok gibidir. Buna zıt olarak, Amerikan tarzı, güvenli yerleşim alanlarında bütünsel boyutta hesaplanmış burjuva ütopya paradoksal bir biçimde “radikal emniyetsizlik”i üretir. Gerçekten de, nerede teknoloji doğa üzerinde görünür bir zafer elde ettiyse, bunla orantılı olarak görünmez ve bilinemez tehlikeler gelişir. Çünkü, 2001 sonbaharında Amerikalıların da keşfettiği gibi, metropollerin bağımsız teknolojik sistemleri eşzamanlı olarak alabildiğine karmaşık ve saldırılara açık hale geldi. Kapitalist büyük kent doğayla işbirliği yapmaktansa onu tahakküm altına aldığı için giderek daha fazla tehlikeli oldu. Bloch’a göre kentsel tehdit, aslında “mekanikleşmiş dünyanın ardındaki hiçlik”tir.
Ernst Bloch, yıllar sonra yeniden Umudun İlkesi çalışmasıyla modern kaygı ile kentsel-teknoloji sapkınlığı arasındaki bağıntı konusuna değindi. Burada bilim-kurgu ve katastrof konusuna odaklandı. Onun çıkış noktası J.Grandville’in 1844 tarihli tuhaf kitabı Başka Bir Dünya idi. Grandville’in yapıtında canavarca teknolojikleştirilmiş bir doğanın imgesi vardır: Dev demir böcekler, ay kadar büyük gaz lambaları, şaşırtıcı mekanik protezleri olan insanlar, vd. Bloch’un yorumuna göre, “şizofrenik küçük burjuva” Grandville’in kitabı (yazdıktan üç yıl sonra bir akıl hastanesinde ölmüştür) teknolojik meydan okuma terörünü anlatan dev bir karabasandır. Bu terör manzarası sonsuz ironik ve neredeyse şehvetlidir. Anlatılan, adeta felakete uğramış New York’u andıran bir “kara ütopya”dır.(4)
***
Davis, daha önce Los Angeles üzerine yaptığı araştırmalarda elde ettiği bir bulguyu burada yineliyor. 1990’larda New York’un mal sahipleri ve polisleri toplum üzerinde merhametsiz bir “sıfır tolerans” politikası uygulayarak içlerinde büyüyen kaygıyı bastırabildiler (Amerikan tarihinde siyahlara veya devletin siyasi muhaliflerine karşı bu türden baskıların sayısız örneği vardır). Dünya Ticaret Merkezi’nin 23’üncü katından yönetilen Acil Durum Komuta Merkezi’yle korunan Manhattan, Belediye Başkanı Giuliani tarafından “steril ve güvenli bir elektronik-kentsel tema parkı”na dönüştürüldü.(5)
Bu arada, ulusal asabiyeti sömüren “korku ekonomisi” karmaşık askeri ve güvenlik firmaları temelinde örgütlendi. 1960’lardan bu yana korku Amerikan kent yaşamını biçimlendiriyordu.(6) Öteki olandan ürkme üzerine geliştirilen WASP (Beyaz-Anglosakson-Protestan) ideolojisi, metropollere yeni gelen yabancı komşuları potansiyel düşman olarak görüyordu. Davis’in Amerikan kent yaşamına içkin olduğunu saptadığı orta sınıf muhafazakârlığının ve örtük ırkçılığın boyutlarını, ben de 11 Eylül sürecini New York’ta yaşamış Türkiyeli göçmenlerle yaptığım mülakatlarla kavrayabildim. 20-25 yaş arasındaki dört gençle yaptığım görüşmelerde ortak tema, ten renkleri nedeniyle ayrımcılığa maruz kaldıklarıydı. Onların belleğinde önemli, sarsıcı bir yer tutan bir çok olay hakkında biz medyadan bilgi alamadık. Örneğin, onlarca Ortadoğulu göçmenin işyerlerinin tahrip edilmesi, insanların sırf ulusal kimlikleri nedeniyle katledilmesi, yollarda arama noktaları kurulup “şüpheli” esmerlerin gözaltına alınması ve binlerce insanın yasadışı olarak tutsak edilmesi… TV’lerde biz temiz giyimli New Yorkluların patlamanın tozları arasında güçlükle soluk aldıkları sahneleri gördük; ama, Amerikan devletinin zor aygıtları tarafından örgütlü bir tarzda yürütülen şiddet kampanyaları oraya hiç yansımadı.
İşte, 2001 Eylül’ünde tüm çıplaklığıyla görüldüğü gibi, ırkçılıkla iç içe olan toplumsal korku büyük bir güvenlik sektörünün doğmasına neden oldu. Özel yetiştirilmiş uzmanlar, güvenlik kameraları, otomatik kapılar, metal detektörleri ve daha nice ekstra “korunma” biçimleri gündeme geldi. Her yerde ve her an düşmanlar olduğu varsayılıyordu; ve aslında bu kadar karmaşık bir denetim ağı sanıldığının aksine alabildiğine kırılgandı. Çünkü insani-subjektif faktörü göz ardı ediyordu. CIA uzmanlarının da itiraf ettiği gibi, Amerika teknolojik süreçlere duyduğu güveni o kadar abarttı ki, burnunun dibinde olup biteni göremez hale geldi.
Bu dönemde Kongre’ye verilen bir öneri, kaçak göçmenlerin hapsedilmesini, Latin ve Asyalı toplulukların gizlice izlenmesini ve sınır dışı edilmelerini öngörüyor. FBI artık bir Göçmen Polisi gibi çalışmaya başlayacak. Artık, Meksika ve Kanada sınırları da birer çatışma sahası konumunu kazanacak.(7)
Sonuç olarak Mike Davis, ABD politikalarının terörist saldırı tehlikesine karşı reorganize olduğunu vurgular. ABD, kendisini dünya ekonomisinin olduğu kadar uluslararası siyasetin de patronu olarak görmektedir.
Geçen aylarda, eski bir kavramı kullanacak olursak, “emperyalizm”in dünyanın çevre ülkelerindeki insanların yaşam haklarını hiçe sayarak giriştiği bir savaşa tanık olduk. ABD’de sadece 11 Eylül günü yaşanan ve aylardır üzerinde durulan olayların eşdeğerleri üçüncü dünyada defalarca yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Ortalama Amerikalılarda hakim olan boğucu yerel darlık, ülkesinin ve kentinin değil, mahallesinin ötesinde yaşananlara gözünü kulağını kapatma hali belki bundan sonra, öyle kaygısızca süremeyecek. Artık Amerikalılar savaşın her türünün, tüm muhatapları için “tehlike” olduğunu görebilirler. Böyle bir olasılık, küreselleşmenin ve Amerikan merkezli politikaların olumsuz sonuçlarını engellemek noktasında belirleyici önemdedir. Anımsanacak olursa, Vietnam Savaşı’nda ABD’ye geri adım attıran, her şeyden önce kendi halkının tepkileriydi. Bugün de Amerika’da böylesi bir sistem karşıtı muhalefetin gelişebileceğini ummak acaba aşırı bir iyimserlik mi olur?
(1) Bkz. Mike Davis, “The Flames of New York”, New Left Review, London, Nov/Dec 2001, s.34-35
(2) A.g.y., s.35-36.
(3) A.g.y., s.36-38
(4) A.g.y., s.40-42
(5) A.g.y., s.43
(6) A.g.y., s.45
(7) A.g.y., s.50
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz