ODTÜ ORYANTASYONU
Nurettin Çalışkan

91 yılıydı. “ÖTK yöneticisi olmak” suçu ile yargılanan ve uzun süre içerde tutulan bir arkadaşımız, çıktıktan sonra yarım kalan eğitimini tamamlamak için yeniden ODTÜ’ye dönme kararını vermişti.

Uzun süreli ayrılıktan sonra, yeniden okula giderken zorlanacağını düşünüyor, tek başına gitmek istemiyordu. Üç gün boyunca birlikte gidip geliyorduk, o üç boyunca da yalnız kalmamaya çalıştı üniversitedeyken. Dördüncü günde sabah okulda ayrıldı benden “biraz dolaşacağım” diyerek ve gidiş saatine yakın bir zamanda döndü. “Ne yaptın?” sorusuna verdiği yanıt, “tepik atacağım birkaç taş vardı, onlara tepik attım” olmuştu.

Orayı yaşayan herkesin tepik atacağı bir taşı yok muydu zaten? Umutlarının, düşlerinin, sevinçlerinin, korku ve öfkelerinin simgesi bir taş.

A-1 girişi

Eskişehir yolu üzerinden ODTÜ’ye girişte, sağ tarafta devasa bir heykel bulunur. Bilim ağacı olarak adlandırılan heykel önceleri kampus içinde ağaçların arasında görünmez bir yerde iken, 90’lı yıllarda şimdiki yerine konulmuştur. Sol tarafta ise kocaman kahverengi taşlarla örülmüş bir duvardan set ve bu setin üzerinde ancak dikkatlice bakıldığında görülebilecek siyah boyayla yazılmış bir yazı vardır; “Karakaya girişi”. Ancak bilenlerin gözleriyle aradığı bir yazıdır o.

Ertuğrul Karakaya bir ODTÜ öğrencisiydi. 1977 yılında, 9 aylık boykot döneminde ODTÜ Öğrenci Temsilcisi yönetim kurulu üyesiydi ve ÖTK'nın sözcülüğünü üstlenmişti. 13 Şubat’ta 1977’de, ODTÜ’nün bütün kesimlerinin karşı çıkmasına rağmen rektör olarak Hasan Tan’ın istifa istemi ile başlayan boykotta ODTÜ-ÖTK’nın demeçlerini, bildirilerini hep o okuyor, basın toplantılarına ÖTK adına o katılıyordu. Göz önündeydi sürekli.

Ve bir gün, 8 Haziran 77’de, başka yüksek öğrenim kurumlarından bir gurup komandoyu silah araması yapmadan ve kimlik sormadan üniversiteye sokulması üzerine, aralarında Ertuğrul Karakaya’nın da bulunduğu öğrenci temsilcileri giriş kapısına geliyordu. Nedense dışarıdan gelenlere kimlik sormayan güvenlik, temsilcilere kimlik soruyor ve üst araması yapmak istiyordu. Ertuğrul’un bir an hareketlenmesi ve okula doğru kaçması üzerine de jandarma arkasından ihtarsız ateş ediyor, yaralanıp yere düştükten sonrada süngülüyordu.

Ertuğrul yaralı halde kapıda yarım saat bekletiliyor, gelen ambulans geri çevriliyordu.

Ertuğrul Karakaya o gün orada öldü, öldürüldü. Ve ODTÜ öğrencileri o kapıya “Karakaya girişi” adını verdiler, kendi bildikleri yöntemle de bu adı yazdılar kahverengi taşların üstüne.

Gülten Akın ne güzel yazmıştı “Ertuğrul Ağıdı”nda
“Halkın bağrından biçtiler
Birer birer hepimizi
Başarmadan ölmek yoktu
Böylem’ettik kavlimizi”

Yıllar sonra, 8 Haziran 2005’te arkadaşları Ertuğrul’u Salihli’de anıyorlardı.

Üçlü Amfi ( Necdet Bulut Amfisi)



Fizik bölümü girişinin hemen sağ tarafında, ikisi küçük biri sinema salonu olacak kadar büyük üç amfi bulunduran yapıdır üçlü amfi. Rektörlüğe yakın oluşu ve önünde geniş bir açık alan bulunmasından dolayı, eylem alanı olarak kullanılır ön tarafı. Adını oluşturduğu üç amfiden almıştır ama, Aralık 78’de kalabalık bir törenle “Necdet Bulut Amfisi” adı verilmiş ve bunu belirten bir plaket asılmıştı girişine.

ODTÜ’de öğretim üyesiydi Necdet Bulut, 13 Şubat 77’de Hasan Tan’ın ODTÜ rektörlüğüne getirilmesiyle başlayan bunalımlı dönemde, ODTÜ’nün en yüksek akademik organı olan Üniversite Konseyi’nde yardımcı profesörlerin temsilci üyesi olarak görev yaptı. 1978 Temmuz’unda, ODTÜ’den izinli olarak, Karadeniz Teknik Üniversitesi Elektronik Hesap Bilimleri Enstitüsü Başkanlığı’na getirildi ve Trabzon’daki beşinci ayında, 26 Kasım 1978 gecesi, faşistlerce arabası çapraz ateşe alındı. Ağır yaralanmış olan Bulut, 8 Aralık’ta tedavi edilmekte olduğu Ankara Hacettepe Tıp Fakültesi'nde öldü.

Necdet Bulut’la ODTÜ’nün son vedalaşması 11 Aralık 1978 günü Üçlü Amfi’de yapıldı ve törende onun anısına üçlü Amfi’ye “Necdet Bulut amfisi” adı verildi. 1980 darbesini izleyen yıllarda, amfinin girişindeki plaket Rektör Mehmet Gönlübol döneminde binanın boyanması bahane edilerek söktürüldü ve bir daha yerine konulmadı.

Yirmi beş yıl sonra, 1 Haziran 2005 tarihinde, ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği’nin kampanyası sonucunda, kaldırılan plaket eskiden olduğu gibi üçlü amfi girişine olmasa da, büyük amfinin girişine yeniden konuluyordu.

U-3 olarak bilinen ve şimdi Necdet Bulut amfisi olarak anılan büyük amfinin içinde, sıraların en arkasında bir cam oda ve odanın içinde bir film makinesi vardı. Pazar sabahları bu amfi'de Sinema Kulübü film gösterileri yapardı. Eisenstein' ın "Potemkin Zırhlısı", Sovyet Yönetmen Mikhail Romm’un belgesel filmi “Sıradan Faşizm”, Charly Chaplin’in “büyük diktatör”, ve “Zorba” benzeri filmler izlenirdi orada. Büyükelçilikler aracılığıyla elde edilen filmlerle toplu gösterimler yapılırdı.

O dönemlerde Sinema Kulübü başkanlığını yapan bir arkadaşımız toplu gösterimlerde Arnavutluk filmlerine yer verilmediği için Halkın Kurtuluşu taraftarlarınca “yanlı davranıldığı” için eleştirildiklerini, bunun üzerine Arnavutluk büyükelçiliği ile temasa geçilip dört film bulunduğunu ve bu filmlerle Arnavutluk Filmleri gösterimini yaptıklarını söylüyordu ve ekliyordu, “eleştirenlerin hiç biri hiçbir Arnavutluk filmlerini seyretmediler”.

Necdet Bulut Amfisi sinema salonumuzdu bizim. Üçlü Amfi ise Maltepe semtinde ‘devamlı’ filmler oynatan ve yurtlarda bazı öğrencilerince hangi seansında ‘parça’ olduğu bildiği, Gölbaşı, Kerem ve As sinemalarına verilen isim.

Gölbaşı, Kerem ve As sinemaları yok şimdi, ama Necdet Bulut Amfisi eski adına kavuştu ve hala sinema salonu.


Beyaz saray

Üçlü amfinin önünden rektörlük binasının üst kısmına baktığınızda, silikte olsa bir yazı görürsünüz, beyaz renkteki Rektörlük binasını tanımlayan bir yazı “beyaz saray”.



1969 Mart ayı içinde AP Hükümeti ,TBBM'ye “TRT ve Anayasa nizamını Koruma Kanunları” getirmesi üzerine, FKF öncülüğünde, Ankara üniversitesi, Hacettepe üniversitesi ve ODTÜ öğrencilerinin katıldığı “ Anayasa ve Nizamı Koruma, TRT ve Avukatlık Kanunlarını Protesto Yürüyüşü” yapıyorlardı. Yürüyüş sırasında üniversitelerde sürdürecekleri eylem biçimini de ifade ediyorlardı, “boykot”. 1 Nisan 1969 günü Ankara üniversitesi, Hacettepe üniversitesi ve ODTÜ'de boykota başlandı. 7 Nisan 1969 Pazartesi günü Boykot sürerken öğrenciler Mimarlık Fakültesini işgal ettiler. 8 Nisan günü sabahı statta yapılan forumda, ODTÜ öğrenci birliği yönetimindeki sosyal demokratlar ve fakülte dernek temsilcileri boykotun sona erdirilmesini öneriyorlardı, Sinan Cemgil’in yaptığı konuşma sonrasında öğrenciler oybirliği ile üniversitenin işgal edilmesini kararlaştırdılar ve Rektörlüğü işgal ettiler. Ertesi gün yaptıkları açıklamada “Bizler dün toplanan genel forumun aldığı karar üzerine, ODTÜ içinde bir Amerikan üssü olan rektörlük binasına el koyduk” diyorlardı.

13 Nisan’da öğrencilerin işgali altındaki ODTÜ'ye Rektör Kemal Kurdaş'ın yazılı daveti üzerine saat 04-06 arasında, 2000'i aşkın jandarma ve toplum polisi baskın yaptı. Jandarma birlikleri önce rektörlük binasını sardılar. Kısa bir çatışmadan sonra işgal altındaki diğer fakülteler de jandarma tarafından geri alındı.

Bu beş gün süresince yönetim işgal sonucunda FKF’li öğrencilerin elinde idi. O yazı o günlerden kalan bir anı ve simge oldu ODTÜ’de.


9 direk

Rektörlük ve kafeterya arasında yeşil alanın içinde 9 sarı direk bulunur. ODTÜ’nün o rengarenk doğasının içinde pekte dikkat çekmez 9 direk.

13 Şubat 1977 tarihinde başlayan ve 7 Kasım’a kadar süren 9 aylık direnişle, ODTÜ’nün faşistleştirilmesi çabası boşa çıkarılıyordu. Hasan Tan istifa ediyor, mütevelli heyeti üyeleri görevlerini bırakıyorlardı ama Tan tarafından üniversiteye işçi kılığında doldurulan bir grup faşist hala okuldaydılar.

2 Aralık günü, işçi kılığındaki faşistler, Rektörlük binasından öğrencilere küfür etmeye, bağırmaya başladılar. Bunun üzerine bir gurup öğrenci rektörlük binası ile kafeterya alanına toplanarak “işçi”lere karşı protesto gösterilerine başladılar. Olayın duyulması üzerine, çevredeki fakülte binalarından çıkan öğrenciler, faşistleri protesto etmek için rektörlük binasının önünde toplandı. Bu sırada faşistler, rektörlüğün kayıt kabul binası bölümünden öğrencilerin üzerine bir ilaç kutusuna konmuş patlayıcı madde attılar. Bunun üzerine öğrenciler jandarmadan, arama yapmasını istediler. Tam bu sırada faşistler bu kez rektörlük binasının beşinci katından, öğrenci kitlesinin tam ortasına, tahrip gücü yüksek bir bomba attılar ardından kitle üzerine kurşun yağdırmaya başladılar. 52 öğrenci bu katliam girişimi sırasında yaralandı. Yaralı öğrencilerden biri, İbrahim Baloğlu, tedaviye alındığı Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde 11 Aralık 1977 günü öldü.

2 Aralık bir katliam denemesiydi. ODTÜ’de öğrenciler, öğretim üyeleri, çalışanları ve öğrenci ailelerinin direnişleri sonucu üniversitede kalamayacaklarını anlayan faşistlerin ve onların orada bulunmasını sağlayan kesimin, ODTÜ’de ki son oyunu bu deneme oldu. 13 Şubat 1977 tarihinde başlayan ve 9 ay süren direnişle, ODTÜ’nün faşistleştirilmesi çabası boşa çıkıyordu. Saldırı sonrasında yeniden ODTÜ’lüler faşizmin ODTÜ’yü teslim alamayacağını haykırıyorlardı.

2 Aralık 1978 tarihinde, bir yıl önce yaşanan bombalı ve silahlı saldırı olayını kınamak ve 9 aylık direnişi simgeleyecek olan bir anıt dikmek amacı ile bir forum yapıldı ve o gün dikildi 9 direk.

Anıt, faşizme karşı mücadelenin bir simgesi oldu ODTÜ’de.

ÖTK binası

ODTÜ’ye geldiğimde ilk girdiğim kapalı mekan olmuştu ÖTK binası, tarif edildiği gibi kolayca buluvermiştim, ‘servislerden rektörlük durağında in, kafeteryanın yanındaki küçük bina’. Kapıdan girişte karşı duvarda kocaman bir resim vardı, Demokrat gazetesinde görmüştüm resmi, Ertuğrul Karakaya gülen gözlerle karşılıyordu gelenleri. Kalabalık değildi içerisi, elimdeki bavulu bir kenara koyup üzerine ‘yönetim’ yazılı odaya girdim. İçeride sonradan çok daha yakından tanıyacağım bir arkadaşa kendimi tanıtıp ceketimin iç cebindeki listeyi uzatmıştım. Geldiğim şehirden ODTÜ’yü kazanan 25 kişinin isimleri vardı listede, biride bendim tabi. Üniversiteyi kazandığımı belirten mektupla aynı zamanlarda ulaşmıştı bana liste, o zaman öğrenmiştim daha öğrencinin kendisi okula gelmeden kimliği hakkında bilgisinin geldiğini.

Kafeterya ile MM binası arasında küçük, basit bir binaydı ÖTK binası. 80 sonrasında güvenlik kuvvetlerinin de kullandığı, bir ara posta hane sonrasında da topluluklar odası olarak kullanılan yapı, 80 öncesinde öğrencilerce projelendirilmiş ve yapılmıştı.

DEV-GENÇ tepesi

Kafeteryadan yurtlara doğru giderken yola inmeden bir an için merdivenlerin üstünde durun ve bölümlere doğru bir bakın. Arkalarda ve yeterince uzakta bir tepe göreceksiniz.

Önceleri ilgimi çekmemişti o tepe, kimsecikler uyarmamış ya da dikkatimi oraya verecek sözlerde söylememişti. Sanki herkesin bildiği, başkalarının da keşfetmelerini istediği bir mekandı orası. Üzerinde beyaz taşlarla kocaman harfler oluşturulmuş yazı olmasaydı dikkatimi yinede çeker miydi o tepe bilmiyorum?

Sonrasında o farkında olan kalabalıkta bende vardım ve her kafeterya dönüşünde gözümün ucuyla o devasa yazıya bakıyordum.

Ve 12 Eylül günleri, ilk oraya gönderildi jandarmalar. Yalnızca dağıtmadılar o yazıyı, oluşturduğu taşları da yok ettiler yeniden yazılımını engellemek için.

Üzerindeki yazı verdi tepeye o ismi, DEV-GENÇ tepesi. Sonrasında hep baktım o tepeye, yazı yoktu belki ama, yazacak tepe hala orada.


Ferdi Tayfur parkı

Kafeteryadan stadyum üzerinden yurtlara doğru giderken sol tarafta kalan ağaçlıklı bir alan vardır. Ortasında bir çeşme ve masaların olduğu bu yeşil alan daha çok hafta sonları piknik alanı olarak kullanılır üniversite elemanlarınca. Alanın ortasındaki çeşme yüzünden mi yoksa piknik sırasında Ferdi Tayfur’un “susadım çeşmeye” parçası çalındığından mıdır bilinmez ama, bu adla anılırdı o alan.

Akşam yemeği sonrasında henüz birlikte olan romantik aşıkların mekanı idi Ferdi Tayfur parkı. Pasta hane yolu üzerindeki elektrik direklerinden gelen ışık, ağaçların yaprakları arasından yansıyarak hoş bir ambiyans yaratırdı orada, ve yeni aşıklar birbirine kur yapardı. Piknik zamanlarında yaşanan arabesk gürültüsü, akşamın geç saatinde romantik şiirlere dönüşüverirdi parkta.

Gece yarısına yaklaştığında ise acemi sevgililer düşüverirdi Ferdi Tayfur parkına. Tam ortasında değil, biraz daha kenarda, sota yerlerde, birbirlerini hissetmeye çalışırlardı çiftler. İki sevgilinin yalnızlarken yapabilecekleri en masum şeyi yaparlardı, dokunurlardı birbirlerine ve keşfetmeye çalışırlardı birbirlerini, gülünç, acemi, çocuksu halde.


Hayat Yolu

Pasta hanenin hemen altındaki, lojmanlara giden yol üzerinde, biraz büyükçe bir tabela ve tabelanın hemen sol yanında da bir patika bulunurdu. Tabela fark edilirdi önce, tabelanın üzerinde koşu parkurunun haritası parkurun başlama yerini, patikanın girişini gösterirdi. Koşu parkuru ağaçlar ve çalılarla arasında vişneliğe kadar uzanıyordu.

Yoldan koşu parkuruna girdikten birkaç metre sonra, görünmez olurdunuz, patikanın üzerinde olduğunuz sürece sizi patikada koşan birileri fark edebilirdi ancak. Patika dışına çıktığınızda ise kuytu yerlerde görüle bilmeniz çok zordu.

Genellikle ikili koşulurdu parkurda, patikanın ağaçlar ve yeşilliklerle kaplı olmasından mı yoksa ikili koşucuların kendilerini rahat edecekleri bir doğa sunduğundan mı bilinmez ama, hayat yolu ismi verilmişti koşu yoluna.

90 lı yıllarda nedendir bilinmez(!), o yeşillik içinden dumanlar yükseldi. Daha sonra bir tarafı kültür binası bir tarafı da golf sahaları oluverdi hayat yolunun.

Jandarma Karakolu

Bir polis bölgesi değildi ODTÜ, şehir dışında kurulduğu için “güvenliği” jandarmanın sorumluluğu altındaydı. Önceleri bir karakol yoktu üniversitede, 1968-71 yılları arasında içinde bulunduğu bölgenin jandarması olaylara müdahale ediyordu. 12 Mart sonrasında şimdiki bulunduğu yere, A-4 kapısına kuruldu Jandarma karakolu, bir baraka olarak. 14 Ekim 1973 tarihinde seçimlerinden sonrada okuldan çıkarıldı.

8 Kasım 1974’de Kissinger'in gelişi ile ilgili boykotu kaldırılmasını isteyen 50-60 kadar okul öğrencisi olmayan faşist komando üniversiteye gelerek öğrencilere saldırdılar. Bu saldırıda 8 ODTÜ öğrenci tabanca, bıçak ve şişle ağır, 20'si de hafif olmak üzere yaralanıyordu.

Bu olay gerekçe gösterilerek jandarma yeniden okula yerleştiriliyordu.

Ve şimdi ilk barakalarında çok daha geniş yerleri.

Birde karakolda görevli olan tanınmış simalar vardı ki, o başka bir yazı konusu olur. Okula ilk geldiğim dönem duvarlarda karikatürünü gördüğüm ve ismini kimsenin anımsayamadığı “buldok”, saygının ve hoşgörünün simgesi olmuş yüzbaşı Taşkent ve 1977’den beri ODTÜ’de olan Mustafa Başçavuş en bilindik örneklerdir bu konuda.


Erdoğan

78-79 yıllarında hazırlık öğrencisiydi Erdoğan Yağcı, Artvin’liydi sarı saçları, içende bulunduğu psikolojik duruma göre renklenen pembe suratı vardı. Hemen her Karadenizli gibi kıvrak zekalı, espriliydi de.

Onu tanımlayacak başka bir şey onun özgürlüğe olan tutkusu ve yaşadığı dönemin sorunlarına duyarlılığı idi. Tamda bu yüzden hazırlıktaki eğitimini tamamlayamadı. Okulda olduğu zamanlarda C bloğun en alt katında bulunan Hazırlık Temsilciliğindeydi, yurtlarda da kitap okuma gruplarında ya da birinci yurttaki serigrafi odasında. Daha çok dışarıda oluyordu, bazı zamanlar “hazırlığın” tuttuğu bölgede iş başında, bazen faşist saldırılara karşı her sabah topluca okullarına giden Yükseliş’lilerin arasında ya da basın-yayın’a yapılacak baskını karşılamak adına diğer üniversiteden gelenlerle birlikte Emek yedinci caddede. Yazları çoğu öğrenci memleketlerine dönerken, o Ankara’nın bir bölgesinde özgürlük mücadelesi peşinde koşturuyordu.

78 yılında ODTÜ’ye girmişti, iki yıl içinde hazırlık öğrencisi idi. 80 de “içeri” ile tanıştı. İçeriden çıktığında da bir daha dönmedi ODTÜ’ye, hukuk okudu ve avukat oldu. Evlendi, iki çocuğu oldu. Bir gün yıllardır gitmediği okuluna götürdü kızını, “bizden hiçbir izin kalmadığı okulumu görsün istedim” diyerek.

18 haziran günü tekledi kalbi ve aramızdanayrıldı.