Kimi kez ölümün gölgelerinden kaçmak değil, tam tersine o gölgeleri, ölümün bağrında
güçsüzlüğün sınırlarında, ölümün kendi sonunda büyütmek gerekebilir.
Georges Bataille
Dövüş Kulübü (Fight Club) adı dünyada yaygın olarak 1999 yılında, David Fincher’ın yönettiği, başrollerini Edward Norton ve Brad Pitt’in paylaştığı, modern topluma ve onun tüketim kültürüne keskin eleştiriler getiren filmle duyuldu. Filmin ideolojik ve felsefi teması kimileri için başrol oyuncularının medyatik star imajının yada vurdulu kırdılı dövüş sahnelerinin gölgesinde kalırken, öte yandan, çoğu izleyici bunun bir edebiyat uyarlaması olduğundan habersizdi. Aslında Dövüş Kulübü’nü yaratan Portlandlı yazar Chuck Palahniuk’tı ve öykü Hollywood dolayımıyla milyonlarca insana ulaşmadan üç yıl önce, 1996’da roman olarak yayımlanmıştı.
Chuck Palahniuk
Ukrayna kökenli Amerikan yazar Chuck Palahniuk otuzlu yaşlarına
kadar herhangi bir edebi metin yazmaya kalkışmadı. Geç adım attığı
edebiyat dünyasındaki ilk deneyimleri ise hiç de teşvik edici değildi.
Sanıldığının aksine ilk romanı olan Invisible Monsters
yayıncılar tarafından içeriği nedeniyle geri çevrildi. Ardından,
büyük bir öfke duyarak, biraz da yayıncılara “canınız cehenneme”
dercesine Dövüş Kulübü’nü yazdı. Fakat bu kez yayımlamayı kabul
ettiler.
Gazetecilik öğrenimi gören Chuck Palahniuk, üniversite yıllarından
sonra on üç yıl boyunca Freightliner adlı şirkette önce montaj hattında
ardından tamirci olarak çalıştı. İlk yazdığı metinler “taşıt modifikasyon
prosedürleri” ve kamyonların onarımı üzerinedir. Ve aslında, Dövüş
Kulübü’nün ortaya çıkmasında büyük etkisi bulunan bir olayı bu yıllarda
yaşar: Palahniuk bazı arkadaşlarıyla birlikte tatildedir. Bitişikteki
kamp yerinde insanlar müziğin sesini rahatsız edici derecede açmışlardır
ve bu konuda başlayan tartışma kavgaya dönüşür. Palahniuk feci şekilde
yaralanır, yüzü korkunç görünmektedir. Tatilden döndüğünde, işyerinde
kimse görüntüsü hakkında bir yorum yapmaz ve onun iş yaşamı dışında
neler yaptığı üzerine herhangi bir şey sormaya cüret edemez. Bunun
üzerine, insan eğer yeterince kötü görünürse dilediğince hareket
edebilir, çünkü hiçbir zaman hiç kimse onu bu konuda uyarmayacaktır
diye düşünür ve o gün Dövüş Kulübü’nü yazmaya başlar.
Yazar röportajlarında romanın “arkadaşlarının ve kendisinin hayatı
yorumlamaları”nı sunduğunu ve gerçekte de burada kurgulanan şeylerin
benzerlerini yaşadıklarını vurgular. O, Portland Kakofoni Topluluğu’nun
(Portland Cacophony Society) bir üyesidir ve topluluğun yaptığı
çeşitli oyunlar, gösteriler, şakalar, eylemler Kargaşa Projesi’ni
esinlemiştir. Ayrıca romanın anlatıcısının çektiği uykusuzluk probleminden
kurtulmak üzere, doktorunun önerisiyle, daha gerçek acıların var
olduğunu görmek için gittiği verem, kanser, beyin paraziti vd. hastalarının
dayanışma grupları da Palahniuk’ın kendi yaşamındaki deneyimlerinden
kaynaklanır. Bir süreliğine gönüllü olarak bir bakımevinde hasta
refakatçiliği yapmıştır. İnsanları her akşam dayanışma grupları
için alır, toplantı boyunca kenarda bekler ve sona erdiğinde onları
bakımevine geri götürür. Grup sağlıklı bir bireyin orada oturmasından
rahatsız olduğunda ise kendisini (‘turist’) onların içinde bulmuştur.
Böylece düşünmeye başlar: “ya birileri burada üçkâğıt çeviriyorsa?
Ve tam da bu yaşananların orta yerinde samimiyet ve dürüstlüğün
sunduğu bir çeşit katartik duygusal çıkış yolu için bulunuyorsa.”
Bu fikirden yola çıkarak, gerçekte hiçbir hastalıkları olmayan Dövüş
Kulübü’nün anlatıcısı ve Marla’nın acıyı ve ölümü tanımak, aynı
zamanda, seküler huzura ve uykuya kavuşmak için dayanışma gruplarına
katılmalarını kurgular.
Bunlar Palahniuk’ın ifade ettiği, yaşantısının yapıtı üzerinde doğrudan,
birebir etkilerine verebileceğimiz örnekler. Bir de daha incelikli
yada dolayımlı esinlemeler-etkilenmeler var ki, asıl ilgincinin
bunlar olduğunu düşünüyorum. Yarattığı edebi dilde şiddetin ayrıcalıklı
bir yere sahip olduğu yazarın, kendi aile tarihindeki hazin şiddet
öyküleri burada anılmaya değer. Büyükbabası büyükannesini öldürmüştür.
Bu cinayetin ardından, elinde silah, evde geriye kalan kim varsa
öldürmek için aramaya başlar. Chuck Palahniuk’ın henüz çocuk olan
babası Fred korkuyla yatağın altına saklanır. Babasının ayaklarının
önünden geçtiğini görür. Nick Palahniuk (büyükbaba) kimseyi bulamayınca
silahı kendi kafasına dayar ve intihar eder. Fakat şiddet mirası
Fred’in peşini bırakmaz.
Chuck’ın annesinden boşandıktan uzun bir ara sonra, bir gazete ilanı
aracılığıyla tanıştığı genç kadınla flört etmeye başlamıştır. Kadın
ne yazık ki bir dizi duygusal problemi de beraberinde getirir. Başından
bir evlilik geçmiş ve uğradığı cinsel saldırılar karşısında şikayette
bulunarak kocasını hapse attırmıştır. Adam serbest kaldığında kadını
öldüreceğine yemin eder. Nitekim onu Fred’le buluşması esnasında
yakalar, ikisini de vurur. Sonra cesetleri kulübelerine taşır ve
orayı tamamen kül olacak şekilde ateşe verir. Chuck Palahniuk’ın
payına ise bu kanlı mirastan, şiddetle örülmüş ve ölümün estetize
edildiği romanlar düşer.(1)
“Kusursuzluk ve Tamamlanmışlık” Kıskacında
Yaşamak
Dövüş Kulübü’nün kitap boyunca adı anılmayan anlatıcısı bir otomobil
şirketinde “ürün iptal koordinatörü” olarak çalışmaktadır. İşi nedeniyle
Amerika’nın çeşitli kentlerine yolculuklar yapar, kazalarda paramparça
olan arabaları inceler, raporlar yazar. Hayatı uçaklardaki tek kullanımlık
yiyecekler, çatallar, kaşıklar; otel odalarındaki tek kullanımlık
sabunlar ve tek kullanımlık yol arkadaşlıklarıyla geçer. Sahicilikten,
derinlikten, süreklilikten yoksun ilişkiler içindedir. Kendisini
“otuz yaşında bir oğlan çocuğu” gibi hisseder ve bir gökdelenin
on beşinci katındaki, kentten izole edilmiş dairesinin, mobilyalarının,
elektronik eşyalarının, halılarının, vd. tüketim nesnelerinin ona
sunduğu “kusursuzluk ve tamamlanmışlık” duygusundan artık rahatsızdır.
Eskiden tuvalete porno dergilerle giren tanıdıkları artık IKEA mobilya
kataloğuyla girmektedir.
Romanın anlatıcısı, babası onları altı yaşında terk edip yeni bir
“şube açmak” (yeni bir aile kurmak) üzere başka bir kente gittikten
sonra annesi tarafından büyütülmüştür. “Dövüş kulübünde gördüğünüz
şey, kadınlar tarafından yetiştirilmiş bir erkekler kuşağıdır.”
Ne var ki “Eğer erkeksen Hıristiyansan ve Amerika’da yaşıyorsan,
Tanrı modeli olarak babanı görürsün. Eğer babanı hiç tanımamışsan,
baban kaçıp gitmişse yada eve hiç gelmiyorsa, Tanrı hakkında ne
düşünürsün?” Bu durumdaki bir insan, sonuçta, bütün hayatını bir
baba ve bir tanrı aramakla geçirecektir. Fakat şu unutulmamalıdır:
“Tanrı seni sevmiyor olabilir. Bu da bir olasılıktır. Belki de Tanrı
bizden nefret ediyordur. Hayatta olabilecek en kötü şey değil bu.”(2)
Üç haftalık bir uykusuzluk probleminin ardından doktoruna gittiğinde,
doktor ona istediği ilaçları vermez, sorununun zamanla geçeceğini,
eğer gerçek bir acının ne olduğunu görmek istiyorsa, ölümcül hastaların
dayanışma ve terapi gruplarına gidebileceğini söyler. Bu öneriye
uyar ve kendisini hastaymış gibi tanıtarak her akşam başka bir grubun
toplantısına katılır. Gerçekten de işe yaramıştır; insanlar kendileri
gibi ölümle yüz yüze olduğunu sandıkları için ona şefkat ve samimiyet
göstererek sahiden dinlerler. Orada ölümü, soyut ve felsefi olan
değil, somut ve gerçek ölümü görür. Hayatta elde edebileceği her
şeyin sonunda çöpe gideceğini, sevdiği herkesin kendisine sırt çevireceğini
yada öleceğini anladığında ağlamak kolaydır. Hayatta onu gururlandırmış
ne varsa hepsi çöpe atılacaktır. Ve artık şunu bilmektedir: “Zaman
aralığını yeterince uzun tutarsanız, herkesin hayatta kalma şansı
sıfıra düşer.” Eski vücut geliştirme şampiyonu Bob’un hormonal rahatsızlığı
yüzünden büyüyen, bir kadınınkini andıran iri göğüsleri arasına
yüzünü gömüp ağlar ve o gece huzurlu bir uyku uyur. (3)
Artık erbezi kanseri, melanom, lösemi, verem, kan parazitleri,
beyin parazitleri vd. dayanışma gruplarının bir müdavimidir.
Kadınlar konusunda kuşkucu olan ve bir başka kadının aradığı cevap
olduğundan hiç de emin olmayan kahramanın rahat uykuları, dayanışma
gruplarında, onun gibi sağlıklı olan “turist” Marla’yla tanışana
kadar sürüyor. Her akşam ayrı bir hastalığın grubunda Marla’yı görmeye
başladığında, onun yalanının aynasında kendi yalanının yansımasıyla
yüzleşir ve uykusuzluk problemi tekrar başlar. Marla’yla anlaşmayı
dener ama başaramaz. Kendini mikroplu bir insan dışkısı olarak gören
bu genç kadın ne yapacağını bilememekte ve yanlış şeye bağlanmaktan
korktuğu için hiçbir şeye bağlanamamaktadır. Özgüvenini yitirmiştir,
yaşlandıkça seçeneklerinin azalmasından korkar. Hayat felsefesi
ölmeye her an hazır oluşudur. “Marla’nın hayatındaki trajedi ise
ölmüyor oluşu.”(4) İçindeki
ölüm arzusu nedeniyle bir cenaze işleri işletmesinde çalışmıştır;
ama bu dayanışma grupları her şeyden daha gerçektir ve bırakmaya
hiç niyeti yoktur. Marla ölümcül bir çevrenin orta yerinde sağlıklı
tek varlık olabilme ayrıcalığını Dövüş Kulübü’nün adını bilmediğimiz
anlatıcısının elinden alır.
Bu arada yolculuklarından biri sırasında, deniz kıyısında bir çıplaklar
plajında part-time sinema makinisti Tyler Durden’la tanışmıştır.
Daha doğrusu, kitabın ilerleyen bölümlerinde de görüleceği gibi
Tyler Durden anlatıcının şizofrenik halüsinasyonudur. Aslında o
uyuduktan, yada uyuduğunu sandıktan sonra Tyler onun bedenini devralıyordu.
Eksikliğini hissettiği ne varsa, bunların hepsini şizoid öte yarısında
bulacaktır. Bu eğilimini şöyle ifade eder: “Tyler Durden’ın her
şeyine hayranım. Cesaretine, zekâsına. Soğukkanlılığına. Tyler komik,
çekici, etkileyici ve başına buyruk biri. Erkekler ona gıpta ediyor
ve ondan dünyayı değiştirmesini bekliyorlar. Tyler güçlü ve özgür.
Oysa ben değilim.”(5)
Romanın şizofrenik bir bilinç kırılması yaşayan kahramanı, iş yolculuğu
dönüşünde on beşinci kattaki dairesinin havaya uçtuğunu ve o çok
değer verdiği eşyalarının parçalanarak caddeye savrulmuş olduğunu
görür. Bunun üzerine Tyler Durden’ın Paper Street’teki evine taşınır.
Bu Dövüş Kulübü’ne ve Kargaşa Projesi’ne uzanan yolun başlangıcıdır.
Fakat Marla yine sahneye çıkar ve bu kez Tyler Durden’ı elinden
alır. Aralarında bir tür üçgen durumu oluşur. Anlatıcı (öyküyü ağzından
dinlediğimiz kişi) Tyler’ı isterken, Tyler Marla’yı, Marla da anlatıcıyı
arzular. Fakat o Marla’yı istememektedir; Tyler da, olaylar ilerledikçe
onu istemeye başlar.” Bu sevgi’yle alakalı bir değer
verme meselesi değil. Bu mülkiyet’le alakalı bir sahip
olma meselesi.”(6)
Kahraman nasıl ve neden gerçekleştiği müphem olan, ama için için
Tyler Durden’ın eseri olduğunu hissettiği patlamayla özel hayatındaki
tüketim kültürünün eklem yerlerinin, dayanak noktalarının kırılmasının
ardından; toplumdan daha genel, topyekün bir kopuş için hızlı adımlarla
ilerleyecektir. Tyler’ın kurduğu dövüş kulübü bu kopuş hareketinin
organizasyonel formudur.
Dövüş Kulübü ve Kargaşa Projesi
Tyler Durden aranması gereken cevabın kendini geliştirmek değil,
kendine zarar vermek olduğunu düşünür ve bu amaçla dövüş kulübünü
kurar. Ancak kendini mahvederek ruhunun gerçek gücünü keşfedebileceğine
inandığından fiziksel güçle ve mülkiyetle olan tüm bağlarını koparır.
Felaket, onun trajediye ve yok oluşa doğru dönüşüm çizgisinin doğal
bir parçasıdır.(7)
Başlangıçta dövüş kulübünde sadece romanın anlatıcısı ile Tyler
Durden, daha doğrusu patolojik olarak parçalanmış tek bir karakter
vardır. Ama zamanla kulüp genişler, yeni erkekler katılır ve başka
dövüş kulüpleri kurulur. Dövüş kulübünde önemli olan, dövüşten galip
yada mağlup ayrılmak değildir. Burada da spor salonlarındaki gibi
homurtular ve inlemeler duyulur, fakat asıl mesele iyi görünmek
değildir. İnsanların ağzında kiliselerde olduğu gibi histerik çığlıklar
yükselir ve ertesi gün uyandıklarında kendilerini kurtulmuş hissederler.
Kulüpte geçen bir geceden sonra, gerçek dünyadaki her şeyin ses
ayarı sanki kısılmıştır. Hiçbir şey sizi kızdıramaz; kanun sizin
dünyanızdır ve birileri çıkıp bu kanunu sorgulayacak, karşı gelecek
olsa bile sükûnetinizi korursunuz. Anlatıcı bu aydınlanmadan sonraki,
gündelik yaşantısı içinde büründüğü psikolojiyi şu cümlelerle ifade
eder: “Ben, yumruk yemiş gözlerimle ve pantolonumdaki siyah, kocaman,
kabuklaşmış lekelerle, işyerinde herkese MERHABA diyorum. MERHABA!
Bakın bana. Merhaba! Bakın, ne kadar da ZEN’im. Bakın, bu KAN. Bu
HİÇBİR ŞEY. Merhaba. Her şey hiçbir şeydir ve AYDINLANMIŞ olmak
nasıl da muhteşem. Tıpkı benim gibi.”(8)
Dövüş kulübünün kuralları kurucusu tarafından koyulmuştur: Dövüş
kulübünün ilk kuralı dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır. Dövüş
kulübünün ikinci kuralı da dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır.
Üçüncü kural, birisi dur derse yada hareketsiz kalırsa, o kişi numara
yapıyor bile olsa, dövüş bitmiştir. Dördüncü kural, her dövüşte
sadece iki kişi kapışır, aynı anda birden fazla dövüş olamaz. Beşinci
kural, dövüşten önce gömlekler ve papuçlar çıkarılır. Altıncı kural,
her dövüş sürmesi gerektiği kadar sürer. Yedinci kural, eğer bu
gece dövüş kulübündeki ilk gecenizse, dövüşmek zorundasınız.(9)
Dövüş kulübünde umutlarını yitirmiş ve felaketi arzulayan, farklı
meslek ve statülerden insanlar, daha doğrusu sadece erkekler vardır:
Muhasebeciler, devlet memurları, hizmetçiler, şoförler, sigortacılar,
aşçılar, polisler, bekçiler, sekreterler, veznedarlar, bulaşıkçılar
vd. Ne var ki, kulüpte tanıdığınız bir insana ertesi gün yaklaşıp,
dün gece harika bir dövüş çıkardığından bahsettiğinizde size yanıt
vermeyecektir. Çünkü, birinci (ve ikinci) kural dövüş kulübü hakkında
konuşmamaktır (fakat bu kural bir taraftan da çiğnenmekte ve birileri
hakkında konuştuğu için üye sayısı artmaktadır). Tyler Durden kendisini
ve arkadaşlarını şöyle tanımlar:
“Biz tarihin ortanca çocuklarıyız. Bizi bir gün milyoner olacağımıza,
film yıldızı, rock yıldızı olacağımıza inandıran televizyon programlarıyla
büyüdük, ama bunların hiçbirini olamayacağız. Ve bu gerçek kafamıza
ancak dank ediyor…” Tarihin bu ortanca çocuklarına “dünyanın bokundan
ve pisliğinden” başka bir şey bırakılmamıştır ve onların dövüş kulübünden
başka kaybedecekleri bir şeyleri yoktur.(10)
Tyler, bağlı bulunduğu film makinistleri sendikasının yöneticisiyle
tartışması esnasında, toplumun tüm ayrıcalıklı elitlerine seslenir
gibidir. “Ben bir pisliğim,” der. “Senin ve bütün dünyanın gözünde
ben pisliğin, iğrencin, ruh hastasının tekiyim. Nerede yaşadığım,
ne hissettiğim, ne yiyip ne içtiğim, çocuklarımın karnını nasıl
doyurduğum yada hastalandığımda doktor parasını nerden bulduğum
senin umurunda bile değil. Ve evet, aptal, bıkkın ve güçsüzüm, ama
gene de senin çözmen gereken bir sorunum.”(11)
Gerçekten de Tyler Durden ve onu izleyenler, çözülmesi güç problemlerle
toplumsal rutinin akışını sekteleyen gündelik yaşam gerillalarıdır.
Tyler Durden makinistlik günlerini, masum çocuk filmlerinin, melodramların
vd. arasına porno filmlerden çıkarılmış kareleri serpiştirerek geçirir.
Saniyenin atmışta biri hızla geçip giden ereksiyon halindeki bir
penisi, yada dev bir vajinayı izleyicilerin fark etmesi imkânsızdır.
Yine de sinemadan ayrılırken içlerine tuhaf bir huzursuzluk yayılır.
Bir şeyler yolunda gitmemektedir. Ayrıca, pahalı restoranlarda,
lüks davetlerde zengin ve seçkin konuklara servis yapan Tyler/anlatıcı
ve diğer dövüş kulübü üyeleri “hizmet sektörü teröristleri”ne, “yemekli
davet sabotajcıları”na dönüşürler. Konuklar onların işedikleri,
spermlerini boşalttıkları, üzerine osurdukları yemekleri yerken
hiçbir şeyin farkında değildir. Hatta bir sonraki aşama olarak yiyecek
ve içeceklere hepatit mikrobu katmayı planlarlar, bunun için tıbbi
atık çöplüklerini araştırırlar. Dövüş kulübünün bu eylemlerinin
hedefi olan topluluğun üyeleri, hiçbir nedeni yokken yemekleri mutfağa
geri göndererek garsonlara sürekli iş çıkaranlardır. “Tek dertleri,
ödedikleri para karşılığında etraflarında koşturup durduğunuzu görmektir.
Bu gibi yemeklerde, bu gibi yemekli davetlerde bahşişin önceden
faturaya dahil edilmiş olduğunu bilir ve size pislik muamelesi yaparlar.”(12)
Ama gerçekte hiçbir şey mutfağa geri gitmez, sadece birinin önünden
alınıp ötekinin önüne koyulur. Ve garsonlara yaptıkları kötü muamelenin
faturasını malum katkı maddelerini yiyerek ödemek durumunda kalırlar.
Hizmet sektöründe çalışanların bu tür “direniş taktikleri” gerçek
yaşamda da tanık olunan olgulardır. Hatta bunlardan etkileyici bir
örneği Chuck Palahniuk Tasha Robinson’ın kendisiyle yaptığı röportajda
anlatıyor. Robinson, yazara okurlarından bugüne kadar işittiği en
tuhaf itirafın ne olduğunu sorar. Palahniuk güler ve aklına favorilerinden
birinin geldiğini söyler. Londra’ya, okurlarıyla buluşmak üzere
gittiğinde, toplantı öncesinde bir adam yanına gelmiş ve şöyle demiştir:
“ünlülerin yemeklerine katılan şeyler hakkında yazdıklarınızı sevdim,
çünkü ben bir beş yıldızlı restoranda çalışıyorum ve biz de ünlülerin
yemeklerine hep böyle maddeler katarız.” Yazar pek fazla şaşırmaz,
çünkü tüm arkadaşlarının bu tür hikâyeleri vardır. “Kim? Bana birini
anlat,” diye sorar. Adam, “Anlatamam, bu bir beş yıldızlı restoran.”
karşılığını verir. Palahniuk, kendisine bir kişiyi anlatana kadar
okurunun kitabını imzalamayı reddeder. Ve o, bunun üzerine tam bir
sükûnete bürünerek, “Margaret Thatcher spermlerimi yedi,” der. Palahniuk
şoke olur. Adam yüzünde küçük bir gülümsemeyle devam eder: “En azından
beş kere.”(13)
Tyler Durden, dövüş kulübünün bir adım sonrasında “kargaşa projesi”ni
kurar. Anlatıcıya bu proje içinde yer yoktur. Bu tamamen şizofrenik
halüsinasyonun ve onu izleyen “uzay maymunları”nın eseri olacak;
yıkıcı eylemlerle modern kent yaşamının temellerini havaya uçurmayı,
bir “örgütlü kaos” yaratmayı amaçlayan ve kendisini “anarşi bürokrasisi”
gibi çelişik bir söylemle tanımlayan bir organizasyondur. Kargaşa
projesiyle Tyler, tarihi yönlendirme gücüne sahip olduklarını katılan
herkese öğretmek ister. Ona göre, “Bizler, her birimiz, dünyanın
gidişatına yön verebiliriz.” Bugüne kadar yaşamış en güçlü, en akıllı
adamlar benzin pompalamakta veya garsonluk yapmaktadır. Oysa, bu
adamlar eğitim kamplarına alınsa ve onlara gereken eğitim verilse,
birçok şey değişebilir. Güçlü kadın ve erkeklerden oluşan bir sınıfın
üyeleri, Tyler Durden’a göre, hayatlarını bir şeye feda etmek istiyorlar.
Reklamlar insanları gerek duymadıkları arabaların ve kıyafetlerin
peşinden koşturup, onlara sahte mutluluklar sunarken; insanlar nefret
ettikleri işlerde çalışmaya devam ediyorlar. Neden? Gerçekte ihtiyaç
duymadıkları şeyleri satın alabilmek için. Bu kuşak büyük bir savaş
görmemiş, büyük bir buhran yaşayamamıştır. Fakat onları kuşatan
ruhanî bir buhran söz konusudur ve onların da bir savaşı vardır:
büyük bir ruhani savaş. Kargaşa projesi bu kuşak adına kültüre karşı
büyük bir devrim hazırlamaktadır. Kargaşa projesinin öngördüğü “devrim”
insanları köleleştirerek, onlara özgürlüğün ne demek olduğunu göstermeyi
ve insanları korkutarak, onlara cesaretin ne olduğunu göstermeyi
de içeren bir stratejiye sahiptir. Proje Amerikan kültürüne karşıdır
ve öncelikle onu ortadan kaldırmayı arzular. Tyler bunun nedenini
hazırladığı ve üyeler tarafından kutsal kitap gibi sürekli okunan
metinlerinde şöyle açıklar: “Kültürümüz hepimizi aynı yaptı. Artık
kimse gerçek anlamda beyaz yada siyah, zengin yada yoksul değil.
Hepimiz aynı şeyi istiyoruz. Teker teker, hiçbirimiz hiçbir şey
değiliz.”(14)
Kargaşa projesi tahribat komitesi, saldırı komitesi, kundaklama
komitesi, yanlış bilgilendirme komitesi gibi bölümlerden oluşur.
Planların tamamından, Tyler Durden dışında hiç kimsenin haberi yoktur,
ama her biri tek bir görevi kusursuzca yerine getirmek üzere eğitilecektir.
Kargaşa projesinin ilk kuralı, kargaşa projesiyle ilgili soru sormamaktır.
İkinci kural da soru sormamaktır. Üçüncü kural, mazeretlere izin
yoktur. Dördüncü kural, yalan söylemek yasaktır. Projenin beşinci
kuralı ise şudur: Tyler’a güvenmek zorundasınız. Kargaşa projesindeki
herkes Tyler Durden’ın (yani halüsinasyonun) bir parçası ve Tyler
da oradaki herkesin bir parçasıdır.(15)
Tyler Durden müritlerine, dünyayı kurtaracak bir şey varsa, bunun
Kargaşa projesinin yaratacağı kültürel bir buzul çağı olduğunu anlatır.
“Vaktinden önce başlatılmış bir karanlık çağ.” Bu sayede insanlık,
dünyanın kendini toparlamasına yetecek bir süre boyunca eylemsizliğe
mahkûm olacaktır. Kendi öngördüğü anarşiyi haklı çıkarıp ona anlam
kazandırarak, kargaşa projesi, dövüş kulübünün memurlar ve kuryeler
için yaptığını medeniyet için yapacak, dünyayı daha iyi bir yere
çevirebilmek için medeniyeti altüst edecektir.
Tyler Rockefeller Merkezi’nin etrafındaki yıkıntıların arasında
rutubetli kanyonların içinde koşturarak geyik avladığını, Seattle’daki
gözlem kulesinin kırk beş derecelik bir açıyla yan yatmış iskeletinin
yanı başında istiridye topladığını hayal eder. “Kültürel buzul çağı”nın
insanları gökdelenlerin cephelerini dev totem maskeleriyle ve Polinezya
yerlilerinin korkunç suratlı tanrılarıyla süslerler (moderniteye
karşı primitif lanetin zaferi). Hayatta kalmayı başaranlar akşamları
boşalmış hayvanat bahçelerine sığınarak, dışarıda gezinip parmaklıkların
ardından onları seyreden vahşi hayvanlardan korunmak için kendilerini
kafeslere kilitlerler. Anlatıcının şizoid ruhunun isyankâr öte yarısı
(Tyler) “Bir düşün,” diyerek ona seslenir, “mağaza vitrinlerinin
yanından geçerek geyiklerin izini sürüyorsun. Askılar dolusu şık
elbise ve smokin oldukları yerde küflenip kokuşuyor. Ömrünün geri
kalanı boyunca deri giysiler giyiyor ve Sears Kulesi’ni sarmalayan
bilek kalınlığındaki sarmaşıklara tutunarak yukarı tırmanıyorsun.
Fasulye filizine tırmanan masal çocuğu gibi o azgın nemli bitki
örtüsü içinden kendine yol açarak tepeye çıkıyorsun. Ve hava o kadar
temiz ki, aşağı baktığında, ağustos sıcağında yüzlerce kilometre
uzanıp giden terk edilmiş sekiz şeritlik dev bir otoyolun boş emniyet
şeridine geyik eti seren ve mısır öğüten minicik insanlar görürsün.”
Bu, her ne kadar bir vejeteryanın tüylerini ürpertecek görüntüler
içerse de, kapitalist tüketim toplumları, içerdikleri tüm alışkanlıklar,
değerler, nesneler, sosyallikler ve tüm sahte insani edimlerle birlikte
ortadan kalktığında dünyanın neye benzeyeceğine dair eşsiz bir manzaradır.
Böylesi bir manzaradan esinlenen kargaşa projesinin nihai hedefi
dünyadan tarihi söküp atmak, medeniyeti derhal ve tamamen tasfiye
etmektir.(16)
Anarşizm mi, Mikro-faşizm mi?
Chuck Palahniuk Dövüş Kulübü’nde, bugüne kadar kendini
tarihin süprüntü ve kölelerinden biri olarak hisseden; ama artık
kumsaldaki kum taneleri kadar, gökteki yıldızlar kadar büyük bir
kalabalığın parçası olmakla yetinmeyenlerin öyküsünü anlatıyor.(17)
Bize tüketim nesneleriyle örülmüş bir “kusursuzluk” ve tamamlanmışlığı
sunan Amerikan tipi kapitalist toplum modelini reddederken, onun
karşısına, medeniyetin tümden tasfiyesini öngören, primitivizmden
esinlenen eylemli bir nihilizmi çıkarıyor. Tıpkı, Platon’dan Nietzsche’ye
kadar, edebi-estetik formda, diyaloglarla felsefelerini ifade eden
tüm düşünürler gibi kavramlarını somut olarak kişileştiriyor (kavramsal
kişilikler). Tyler Durden, belki de, geç 20.yüzyıl postmodern politik
direnişin en temsil edici kavramsal kişiliği veya ideal tipidir.
Dövüş Kulübü’nü, nereden, hangi öznel pozisyondan baktığınıza
göre yabancılaşmanın, şeyleşmenin, endüstriyelizmin ve tüm teknolojik
ablukanın aşılmasına yönelik bir ütopya olarak da; şiddetle yoğurulmuş,
cinsiyetçi ve otoriteryen bir “kara-ütopya” olarak da okuyabilirsiniz.
Palahniuk’ın kurguladığı edebi-felsefi metne ve onun sinema uyarlamasına
bugüne kadar yapılan en ciddi eleştirilerden biri Lancaster Üniversitesi,
Sosyoloji Bölümü’nden Bülent Diken ve Carsten Bagge Lausten’dan
geldi. Onlar Palahniuk’ın imgesel evrenini daha çok bir kara-ütopya
olarak görme eğilimindeler.
Diken ve Lausten’a göre esasen sokak dövüşleri, kentsel anarşizm
(urban anarchism) ve yıkım stratejileri hakkındaki Dövüş Kulübü
“özgürlük ve kölelik” arasında, “toplumdan kaçış ve mikro-faşizm”
arasında salınır. Eğer kargaşa projesi Tyler’ın emirlerini sadece
tekrar eden uzay maymunlarıyla Nazi-tipi bir organizasyonsa, dövüş
kulübü faşizmin moleküler yüzüdür. Öte yandan yazarlar, “Kaç kuşaktır
insanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyorlar, neden? Gerçekte
ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın almak için.” sözünü aktardıktan
sonra, romandaki toplumsal eleştirinin iki yönde ilerlediğini saptarlar:
İlki, şiddetin (estetik) yüceltiminin meta fetişizmine bir alternatif
olarak sunulmasıdır; ikincisi, değişim sisteminin yıkımını, meta
formunun cezbedici tuzağından kaçışı amaçlayan bir (sosyal) potlaç
için yapılan çağrıdır. Bunlardan her ikisi de, aslında, kapitalizmin
dışta bıraktığı yada ona dışsal olan bir alana yönelik arayışlardır.
Aynı metinde, farklı bir bağlamda ise, dövüş kulübü modelinin Deleuzeyen
bir “savaş makinası”, baskıcı (repressive) sosyal mekanizmanın dışına
bir kaçış çizgisi boyunca yönelen köksapsal (rhizomatic)
bir topluluk olduğunu belirtirler.(18)
Diken ve Lausten, kargaşa projesinin “Naziliği”ne bir örnek olarak,
Tyler Durden’ın Paper Street Sabun Şirketi’nin tıbbi atık çöplüklerinden
çaldıkları emilmiş insan yağlarıyla sabun yapmasını ve bunun Hitler’in
liderliğindeki Nazilerin pratiğiyle arasındaki benzerliği gösterir.
Yalnız, önemli bir farkı göz ardı ederek: Hitler Alman ırkının üstünlüğünü
ve diğer ırkların aşağılığını savunuyor, faşist politikaları için
tehdit olduklarını düşündüğü herkesi katlediyor (sosyalistler, yahudiler,
çingeneler) ve onun insanlık dışı “sabun pratiği” gerçekleşen cinayetlerle
beraber yaşanıyordu. Kargaşa projesi üyelerinin kullandığı yağlar
ise, sahiplerinin gönüllü olarak vazgeçtiği türden. Proje üyesi
tamirci çocuğun söylediği gibi, bu Amerika’nın ve dünyanın en zengin,
en şişko kalçalarından emilmiş bir yağ. Hedef, “emilmiş yağla dolu
o koca kırmızı torbaları Paper Street’e taşımak ve çamaşır sodası
ve biberiye ile karıştırarak, gerisin geriye aynı insanlara, o yağı
aldırmak için para ödemiş insanlara satmak. Kalıp başına yirmi dolardan,
onu almaya gücü yetecek başka kimse yok.”(19)
Dövüş Klübü’nü, ben de, Diken ve Lausten gibi Guattari
ve Deleuze’ün kullandığı anlamda savaş makinasal bir modele uygun
olarak açıklamayı tercih ediyorum. Kapitalizm ve Şizofreni’de
tanımlanan savaş makinası kavramı devletin “kapma aygıtı”na karşı
kaygan yüzeyleri-sosyal mekânları ifade eder. Devletler (satrançta
olduğu gibi) hiyerarşik yada pürtüklü yüzeyler şeklinde tezahür
ederken göçebelerin hiyerarşiden (şeflerden değil) yoksun savaş
makinası (go oyunu benzeri) iktidarın sınırlama, denetleme ve kapma
stratejilerinden kaçışın olanaklarını sunar. “…Makinayı ele geçiren
ve savaştan kendine iş ve nesne oluşturan aygıtlara karşı savaş
makinaları oluşurlar: Egemenlik veya kapma aygıtlarının büyük kesişmelerine
karşı savaş makinaları zincirlemelere önem verirler.”(20)
Dövüş kulüpleri ve kargaşa projesi bir yandan “yersizyurdsuzlaşma”,
savaş makinası, kaçış çizgisi vd. Deleuzeyen kavramlarla açıklamak;
öte yandan mikro-faşizm ya da Nazi-tipi diye nitelemek kendi içinde
bir çelişki barındırıyor. Bu noktada Diken ve Lausten’dan ayrı düşünüyorum.
Bilindiği gibi faşizmin (totaliterizmin değil) her türü, 1. Daima
kapitalist ekonomik-sosyal ilişkilerle birlikte var olur. 2. Şefin
otoritesinin ötesine daima hiyerarşiktir. 3. Milliyetçilikten ırkçılığa
doğru uzanan ayrımcı politikalarla, insanlığın beli bir kısmının
sahip olduğu kültürel yada ırksal özelliklerinden dolayı diğerlerinden
daha üstün görür. Bunlar dünya tarihinde tanık olduğumuz faşist
hareketlerin ve iktidarların ortak noktaları. Palahniuk’ın tasvir
ettiği sistem karşıtı sosyalliklerin çok farklı olduğunu görüyoruz.
Orada ırkçılık yada milliyetçilik yok (kulüplerde siyahlar ve beyazlar
bir arada), Tyler Durden’ın “karizmatik” otoritesi dışında bir hiyerarşi
bulunmuyor ve Diken’le Lausten’ın da kabul ettiği gibi kapitalizmin
varlığına tamamen dışsal bir “sosyal potlaç” ütopyası öne sürülüyor.
Bu durumda, nasıl olur da faşizmden söz edilebilir? Dövüş Kulübü’yle
faşizmin tek ortak noktası belki de örgütlü olarak uygulanan ve
“amaca” ulaşmak için yararlanılan şiddettir. Amaçlar ayrıdır, fakat,
aracın kullanılış şekli de farklıdır. Faşist şiddet “öteki”ni hedef
alırken, Tyler Durden’ın çağrıda bulunduğu mistifiye ve estetize
edilmiş şiddet hem medeniyetin temellerini havaya uçurmayı arzular
hem de kişinin bizatihi kendisine saldırmasını aydınlanmanın bir
başlangıç adımı olarak öngörür. Bu mazoşistçe bir acı arayışı değildir.
Aslında, kanımca bu bütünüyle metaforik bir anlama sahiptir ve özellikle
bireyin kusursuz, tamamlanmış bir sistem mikro-kozmosu olarak kurduğu
(yada daha doğrusu ideolojik iktidar aygıtlarının ona yüklediği)
öznelliğini yıkarak işe başlaması gerektiğini vurgular. Ne var ki,
bu örtük anlamı göz ardı edip, Palahniuk’ın kurguladığı viral
toplulukların praksisini açık-görünen anlamıyla ele aldığımızda,
bunlar hedefleri ve belirli eylemleriyle anarşizan, iç örgütlenmesiyle
disipliner-otoriter, hakim mücadele tarzıyla Baudrillard’ın kullandığı
anlamda teröristtir. Hedefin “anarşizan”lığı, tasavvur edilen ütopyada
ve ona giden yolda devlete, sömürü mekanizmalarına ve ayrımcılığa
yer verilmemesinden ileri gelir. Belki, sadece erkeklerden oluşan
toplulukların söz konusu olması bir tür cinsiyet ayrımcılığı olarak
algılanabilir. Bu bir yanılgıdır. Erkeklerin dünyasını, psikolojisini,
kaygılarını anlatan bir edebiyat ve cinsiyet politikası –tıpkı feminizm
gibi- diğer cinslerin var oluşunu, kendi politikalarını geliştirebilmelerini
dışlamaz ve cinsiyetçilik anlamına gelmez. Kuralların çok katı olarak
tanımlandığı ve Tyler Durden’ın mutlak hükümranlığının geçerli olduğu
düşünülürse disiplinerlik-otoriterlik niteliği apaçıktır. Bu, yaban
topluluklarda, çetelerde, gerilla gruplarında, sapkın mezheplerde
görülen türden, hiyerarşiyi dışta bırakan “karizmatik” bir otorite.
Duygusal yönü ağır basan, rasyonel bir yaklaşımla temellendirilemeyen
bu otorite (tüm otoriteler gibi özgürlüğün önünde belirli bir handikap
oluşturur) diktatörlüklerle veya bürokratik aygıtların liderleriyle
kıyaslandığında naif bir konumlanmadır. Ayrım sadece şef ve müritleri
arasındadır. Derecelendirilmiş bir tabakalaşmaya dayanan bir ayrımcılık
görünmemektedir. Sisteme karşı kargaşa projesinin direniş taktikleri
ise, Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın “terör” konusundaki görüşlerini
çağrıştırıyor. Baudrillard’a göre gerçeğin kendisi daima teröristtir
ve sistemi başarısızlığa uğratacak tek şey terörizmdir. “Bir sistem
egemenliğini ne ölçüde dayatıyorsa, insanların düşgücü de onun karşı
karşıya kaldığı başarısızlıklardan o ölçüde etkilenmektedir. Sisteme
karşı en ufak bir meydan okuma sanki zincirleme bir çöküş izlenimi
bırakmaktadır. Bu duyarlığını yitirmiş ve nihilist politika sahnesinde,
günümüzde, yalnızca bu başka bir şeyle karşılaştırılması olanaksız
olan tersine çevirme olayı insanları harekete geçirebilmektedir.
Düşgücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.” Hakim sistemlerde
nihilist olmak, bu şiddet yüklü ve alaycı çizgiyi sistemin kaldırabileceği
en uç noktaya kadar götürerek, sistemi, bu meydan okuma eylemine
ölme eylemiyle yanıt vermeye zorlamak anlamına gelir.(21)
Bu tam da kargaşa projesinin politikasıdır ve yine Baudrillard’ın
tartıştığı anlamda, sistemin aynılaştırmak ve sterilize etmek temelinde
deklere edilen kusursuzluğunun kıyısında patlak veren virüs
olgusudur. “Ötekinin yokluğu, bu diğer kavranılamaz ötekiliği, virüsün
bu mutlak ötekiliğini yaratır.”(22)
***
Chuck Palahniuk’ın asıl başarısı, bana göre, felsefi savlarını peş
peşe sıralanan kavramlarla değil; imgesel bir boyutta, edebi bir
formda karakterlerin, olayların, mekânların kurgusu içine sindirerek
ifade etmesindedir. Az önce de belirttiğimiz gibi, o, kavramsal
kişilikler yaratarak, onlar aracılığıyla düşüncelerini dillendiriyor.
Risk olgusundan ve rutinin dışına atılacak en küçük bir adımdan
dahi dehşete düşen, Batının “korku toplumları”nın savaşmadan mağlup
düşmüş kayıp bireylerine, o çok korktukları felaketi anlatıyor.
Palahniuk’a göre, tedirginliğimizi aşmalı ve kaosu daha çok arzulamalıyız.
Esasen, felaket getirdiğini sandığımız şeylere muhtacız. Çünkü ancak
bu şeyler aracılığıyla kefaretimizi ödeyebilir ve değişebiliriz.
“Felakete hoş geldin desek, genellikle kendisinden kaçtığımız şeylere
hoş geldin desek. Bu şeylerin içinde elde edilebilir bir kurtuluş
var; başka hiçbir yerde elde edilmesi mümkün değildir.”(23)
Bu söylem, mevcut iktidarlar için, en az Dövüş Kulübü boyunca
verilen kimyasal formüller kadar “çözücü” ve tehlikelidir.
Palahniuk yabancılaşmış tüketim toplumlarına karşı çıkarken bize
mutlu gelecek tabloları sunarak zihinlerimizi uyuşturmaz. Okurken,
gelecekten çok bugünün karanlığıyla yüz yüze kalırız. O bir umut
taciri değildir. Umudu, oldukça amaçsız ve amorf bir duygu olarak
görür. Çünkü umut hiçbir şeyin üstesinden gelemez, eylem ise gelebilir.
Bu fikir bize bir şeyler yaratabilme imkanını sunar. “Herhangi bir
şey için umut ederek oturmak fazla bir şey yapmamaktır.”(24)
Sonuç olarak, tüm bu tartıştığımız yönleriyle, Chuck Palahniuk’ın
düşünceleri, kendilerini ve dünyayı değiştirmek isteyenlerin önüne,
göz ardı edilemeyecek sorunsallar ve paradokslar koyuyor.
Notlar
1
Biyografik bilgiler için Bkz: http://www.palahniuk.net
ve ayrıca “Interview With Fight Club Author Chuck Palahniuk”
http://www.dvdtalk.fightclub.html
18
Bülent Diken & Carsten Bagge, Lausten, Enjoy your Fight!
– “Fight Club” as a symptom of the Network Society http://www.comp.lancs.ac.uk/sociology/soc.080bd.html
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz