SAYI 113 / ARALIK 2006

 

AMERİKAN TÜKETİCİ “RÜYA”SI VE SANATI




M. Kubilay Akman
mkakman@mail.com







Köklü bir tarihsel mirastan yoksun olan ve göç edip yerleştikleri bölgelerin yerel kültürünü (Kızılderililer) yok eden yerlileri soykırıma uğratan Amerikalılar tüm dünyaya bir “rüya” olarak tüketim üzerine kurulu bir yaşam tarzını sunuyor. Tüketmek fiili Amerikan rüyasında ihtiyaç gidermekten öte, ayinsel bir ritüel haline geliyor. Sanki Amerikalılar ve onların çizdiği yolu izleyen toplumlar “Tüketiyorum, öyleyse varım”, der gibiler. Böylesi bir kültürün yaratabildiği en büyük sanatsal akımın pop art olmasına şaşmamak gerek.

Coca-cola'yı, fast food'ları, süperstarları, çizgi romanları sanatsal ikonlar düzeyine yükselten pop art başlangıçta, 1950'lerde İngiltere'de doğduğu halde asıl gelişme alanını ABD'de bulmuş, adeta bu ülkenin kimliği ve genel çehresiyle bütünleşmiştir. Pop art, popular art 'ın kısaltılmasıdır ve bir terim olarak ilk kez İngiltereli eleştirmen Lawrence Alloway'ın Şubat 1958'de Architectural Design dergisinde yayınlanan “The Arts and The Mass Media” adlı makalesinde görüldü. 1960'ların başında ABD'de güçlü ve yerleşik bir akım haline geldi. Bir yönüyle soyut (abstract) ekspresyonizme tepki niteliği de taşıyan Amerikan Pop Art'ın önde gelen isimleri Andy Warhol, Tom Wesselmann, James Rosenquist, Claes Oldenburg, Roy Lichtenstein, Jim Dine, Edward Ruscha, Wayne Thiebaud, Mel Ramos ve David Hockney'dir.


(Andy Warhol, Marilyn)

Pop Art'çılar resim, heykel, filmler ve çevresel düzenlemelerle kendilerini ifade ederken konu olarak gündelik yaşam nesnelerini, kitlesel medyayı, reklamları, çizgi roman karelerini, billboardları, paketleri, televizyon ve sinema kişilerini-figürlerini, kamusal mekân nesnelerini vd. almışlardır. Kullandıkları stil kitlesel medya üretiminin stillerine benzer: kalın çizgiler ve şekiller, parlak, uçucu renkler; genellikle tanınan nesne ve insanlara yönelik düz, dolayımsız bir yaklaşım. Pop Art, ruhsal ve psikolojik bir derinlikten alabildiğine uzaktır. Yüzeyin ötesinde anlamlar, örtük ifadeler vaat etmez. Oyunu sever, paradik ve ironiktir. Ama, ele aldığı nesneler, kişiler, durumlar, edimler ve kavramlarla ilişkisi kesinlikle eleştirel değildir.

Yani, aslında, bir konserve kutusunun, kola şişesinin, deterjanın markette raflarda duruşuyla bir pop art işindeki duruşu arasında hiçbir anlamsal ve çağrışımsal fark yoktur. Her ikisi de Amerikan tüketim toplumunun içindedir, onu onaylar ve onun devamlılığının bir koşuludur (biri somut, güncel, diğeri kültürel); ikisi de satılmak, satın alınmak, tüketilmek için üretilmiştir. Tek bir farkla, pop art'ın ürünleri (bunu ne kadar reddederlerse etsinler, üzerindeki sanat halesi nedeniyle) fiyatlarında fazladan dört beş sıfır içerirler.


(Roy Lichtenstein, Hopeless)

İzleyiciye sunulan alımlanması kolay bir sanattır. Çok katmanlı metin okumalarına açık değildir. Referansı güzel sanatlar tarihinin klasik temalarındansa bugünün sıradan imgeleridir. Yüksek ve alçak sanat ayrımını ortadan kaldırmayı deneyen pop art'ın kitlesel izleyici topluluklarını hedef almasıyla, reklamların aynı kitleye yaklaşımı benzer bir dilsel yapıya dayanır: kısa, net, çarpıcı ve sadece alışıldık bir nesneyi kutsamak üzere onun çevresinde yoğunlaşan parlak ışıklarla tamamlanan bir söylem.

Pop art, Marcel Duchamp ve Dada hareketinin de etkisiyle, mimesis anlayışından kopuyordu. Ama onun kopuşu avangard ya da devrimci bir niteliğe sahip değil. Umursamaz bir kopuş. Sanki “Buradayım, her şeyi görüyorum; hamburgerleri de, Coca-Cola'yı da; Marlyn Monroe, Mao Ze Dung ve Elvis Presley'i de; her şeyi görüyorum, ama sadece görüyorum. Söyleyeceğim hiçbir şey yok” der gibidir. Bu aslında biraz da modern tüketim toplumlarının bireylerini bakışıdır. Televizyon karşısında oturup, bu medium yoluyla dünyaya bakan tüketicilerin edimiyle pop art'çılarınki arasında bir örtüşme olduğu söylenebilir. 20.yüzyılın ilk yarısında Avrupa sanatının attığı radikal-devrimci adımlarla (Dadaizm, Gerçeküstücülük, Kübizm vd.) kıyaslandığında bir kültürel karşıdevrim olarak da görülebilir. Sorgulayıcılık, bilinçlilik, eleştiri ve genel akışa direnme hali onun anlamsal evreninin tümüyle dışındadır.


(Jasper Johns, Three Flags)

Genellikle, Amerikan toplumunda İkinci Dünya Savaşı sonrasında görülen refah patlamasının akımı koşulladığı düşünülür. Fakat, bana başlangıçta bahsettiğim köksüzlüğün de önemli bir rolü varmış gibi geliyor. Derin bir sanat, edebiyat, kültür ve felsefe tarihinden yoksun olan ABD'de pop art'ın bu derece yaygınlaşmasında bunun etkili olduğunu sanıyorum. Avrupa'nın tarihi Antik Yunan'a, Yunanlılar aracılığıyla Mısır'a kadar uzanır. Böylesi bir coğrafyada, kaçınılmaz olarak isyanın ve uçarılığın bile belirli, içkin bir vakarı var. Amerika'da ise, yüzleşilmesi gereken (ve tabii biraz da utanılması gereken) bir gelenek yok. Bu Hollywood gibi dev bir endüstri, büyük medya tekelleri ve kurtuluşun ışığını süper market raflarında arayan bir kültürle bir araya geldiğinde “ben ne yapsam tutar” türünde bir pervasızlığın nesnel koşullarını oluşturuyor. Sanatın değerinin ölçüldüğü kıstaslar da ekonominin arz-talep yasalarına dönüşüyor. Pop Art'ın doğduğu yerde, Avrupa'da (İngiltere) değil de Amerika'da gelişmesi yukarıdaki tezi doğrular gibidir.


(Andy Warhol, dollar sign)

Bugün Amerika'da hala pop art üslubuyla kendini ifade eden sanatçılar var. Bunlardan, en iyi bilinenlerden biri Perry Milou. Ama, artık söyleyecekleri yeni bir şey bulunmuyor. Çünkü toplumda köklü bir değişiklik yok. Pop Art'çılar bugün aynı temaları ve ikonları yineleyip duruyorlar: ünlüler, hazır yiyecekler, arabalar ve bir meta gibi figürize edilmiş fast-food kadınlar. Tekrar Marlyn Monroe, tekrar Elvis Presley; tekrar tekrar Amerikan bayrağı. Dünyanın her yerinde dalgalandırmaya niyetli göründükleri ve onbinlerce Türk erkeğinin ve kadının, maalesef, şu günlerde t-shirtlerinde, yüreklerinin üzerinde taşıdığı bayrakları.

 

 



>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İzinsiz Gösteri'de yayımlanan yazılar ve görselller izin alınmadan ya da kaynak gösterilmeden kullanılamaz